Sultan Melek/Sultan Melik Yatırı

Sivas, 5 Ağustos 1997, Salı

Halk arasında Sultan Melek  olarak adlandırılan Emir Mengücek Gazi’nin türbesi Kemah ilçesindedir.[1] Fırat köprüsünün  yukarı tarafındaki kayalıklar üzerindedir.Aynı yerde  çift kubbeli bir türbe daha bulunmaktadır. Bu türbe de Fahrüddin Behramşah’a aittir.[2]

Bilindiği gibi Emir Mengücek Gazi, Alparslan’ın komutanlarındandır. Erzincan-Kemah-Köğonya-Divriği coğrafyasında kurulan Mengücekoğulları Beyliği’nin kurucusudur. Ölüm tarihi 1118 civarlarındadır.Yine aynı bölgede türbesi bulunan Fahrüddin Behramşah, 63 yıl süreyle Mengücekler’in Beyi olmuştur. Beyliğin merkezini Kemah’tan alıp Erzincan’a taşımıştır. Ölüm tarihi 1225’tir.

Sultan Melik Türbesi:

 Sultan Melik türbesi, sekiz köşeli, piramit çatılı bir Selçuklu kümbetidir. Türbenin yapımında tuğla kullanılmıştır. İki katlı türbenin üst katında sembolik bir mezar, alt katında ise Melik Gazi’nin  açık bir tabut içindeki çürümemiş vücudu bulunmaktadır.

Birinci Menkıbe: Zamanın birinde Kemah’a bir doktorla bir savcı gelir. Bunlar Sultan Melik’in çürümemiş vücuduna inanmaz ve inananlarla alay ederlermiş.  Sonunda türbeye gitmeye karar vermişler ve alt kata inmişler. Melik Gazi, açık bir tabut içinde yatıyormuş. “Bu, mumyadır” demişler. Sonra bir tanesi iğne çıkararak, bu mübarek zatın vücuduna batırmış. İğnenin yerinden kan çıkmış. Bunu gören doktor çıldırmış; savcı ise paniğe kapılmış, kaçarken Fırat’a düşüp boğulmuş. Sultan Melik’a batırılan bu iğnenin yeri büyümüş, sonradan küçülerek kapanmış.[3]

İkinci Menkıbe: Sultan Melik’in abdest alıp namaz kıldığı söylenir. Türbedeki bekçi her gün ıbrığa su doldurup, leğeniyle birlikte yanına bırakırmış. Sabahleyin geldiğinde suyun kullanılmış olduğunu görürmüş. Bekçi bazen su koymayı unuturmuş; böyle durumlarda Sultan Melik çok kızar, ıbrığı dışarı atarmış.[4] 

Kemah halkı, Sultan Melik’in türbesinden çıkarak, Fırat nehrinde abdest aldığına inanır.

Üçüncü Menkıbe: 14 Şubat 1916’da Erzurum’a giren Rus kuvvetleri, 6 Temmuz 1917’de Erzincan’ı da işgal edip 11 Temmuz 1917’de Kemah Boğazı’na yaklaşırlar. Halkın inanışına göre boğazı tutan Melik Şah’ın sayesinde daha fazla ilerleyemezler. Rus askerleri geri çekilirken, yeşil sarıklı askerlerin kendilerini engellediğini  söylerler.

İnanışlar ve Uygulamalar:  Sultan Melik, bu yörede evliyalığına inanılan kutsal bir zattır. Onun Mengücekler dönemindeki komutanlık ve beylik vasfı unutulmuş ve evliyalık vasfı ön plana çıkmıştır. Bu nedenle her türlü dilekler için Sultan Melek türbesine gelinmekte ve dilek dilenmektedir. Divriği ilçesinden gelenler daha çok evlat sahibi olmak için türbeyi ziyaret etmektedir. Kız çocuklarına  Sultan, Melek, Melike… gibi adlar verilmektedir.[5] 


[1] Necdet Sakaoğlu, Türk Anadolu’da Mengücekoğulları adlı eserinde Sultan Melik Türbesi için şu ifadeleri kullanır: “…Yalnız, Kemah-Erzincan yolundaki  Sultan Melik Türbesi’nin sıvaları üzerinde Farsça olarak Mengücek’in, Erzurumu, Diyarbakır’ı, bunlara yakın yerleri  aldığı yazılmıştır. Söylentiye bakılırsa bu türbe Mengücek Gazi’nindir. Soyundan gelen bazı beyler de  yanındaki diğer türbeye gömülmüşlerdir…” s.32-33.

[2] Ruhi Kara, Erzincan Efsaneleri Üzerine Bir Araştırma, Ankara 1993, s.53; Necdet Sakaoğlu, Türk Anadolu’da Mengücekoğulları adlı eserinde  “Behramşah’ın Erzincan’da ya da Kemah’ta gömülü bulunduğu konusunda muhtelif söylentiler vardır. Erzincan’ın Aşağı Ula köyündeki bir kümbete halk  Behram Şah Kümbeti demektedir…” şeklinde bir ifade kullanır. Bkz. A.g.e., s.55.

[3] Ruhi Kara, Erzincan Efsaneleri Üzerine Bir Araştırma, Ankara 1993, s.52-53.

[4] Ruhi Kara, a.g.e., s.52

[5] Kutlu Özen, Divriği Yöresinde Ziyaretler Yoluyla  Çocuk Sahibi Olma İnancı ve Diğer Uygulamalar, Türk Folkloru, Sayı:18, Ocak 1981, s.

İmirhan köyüne gelişim

Sınavları kazanamadım. Süklüm püklüm   Divriği’ye döndüm. Okullar açılmış, dersler başlamıştı. Öğrenciler benim gelmemi bekliyorlardı. Bir sonbahar akşamında Divriği’den çıkıp İmirhan köyüne geldim.  Okul   toprak malzemeyle yapılmıştı.  Köylerdeki  en ucuz yapı malzemesi toprak ve samandı.  İki hafta olmuştu. Nasıl olsa  sınavları kazanıp üniversiteye giderim, Gazi’nin resim bölümünü  nasıl olsa kazanırım diyordum. Hiç de beklediğim gibi olmadı

            1959 ‘un sonbaharı. Divriği’nin  İmirhan köyüne tayin olmuştum. İmirhan, Divriği’nin en uzak, en fakir, ulaşımı  olmayan, bir köyü idi. Ben olmasam, sen olmasan bu köye kim  gidecekti? Öğretmen okulundaki öğrenciliğim sırasında  bize gerçek bir  vatan severlik  öğretilmişti. Sınıfa girdiğimizde Atatürk’ü  tahta sıralara oturmuş, bizi  bekliyor görüyorduk. Hiçbir arkadaşımız Atatürk’den önce sınıfımıza girmemişti.

Okulum  o tarihlerdeki  bütün okullar gibi tek derslikli  idi. Nüfusu kalabalık olan köy okullarına “Eğitmen” adı verilen, okumayı yazmayı kışlada  öğrenen  çavuş, onbaşı gibi rütbeliler birinci, ikinci ve üçüncü sınıftaki  öğrencilere ders veriyorlardı. Diğer yandan lise ve öğretmen okulu mezunları  dört ve beşinci sınıfların derslerine giriyorlardı.

Okulum yıllarca ihmal edilmişti. Kerpiç binaydı.  Köylülere  imece usulü yaptırılmıştı.   Sabahleyin okula gelenler  sobada yakmak için tezek getirirlerdi. Bunların içinde tezek bulamayanlar da vardı.  Şimdi düşünüyorum da bu insanlar, bu şartlarda nasıl  yaşarlardı.? 

 Köyün çeşitli yerlerinde ağıllar vardı. Çobanlar    mevsimine göre mantar, kuzu kulağı, eşkın, kenger, çiğdem gibi şeyler toplarlardı.

Sonbaharda köyün gençleri koruluktan  pelit toplarlardı.  İlkokul öncesi çocuklar yamaçlardan alıç, dağ elması, kuşburnu….toplarlardı.

Bir tarihte ilköğretim müfettişleri  denetime gelmişti. Beş sınıf bir odada ders görüyordu. Şimdiki gibi yolu, suyu,  elektriği yoktu …Motorlu vasıtalar henüz trafiğe girmemişti. Bir köyden bir köye at üstünde gitmek günümüzdeki en lüks arabalara binmek gibiydi.

Gaz yağı  dükkanlarda bile bulunmazdı.  Bakkallar   tanıdık müşterilerine  satarlardı.  Benim öğretmenliğim gaz yağı almama yetmezdi. Bunları yazarken aklıma   Feryadi’nin  bir şiiri geldi:

Emeklerim gitti zaya

İki gözüm  döndü çaya 

Otuz beş ölçek buğdaya

Akıttı bir helke gazı

Akdağ madeni

Ankara, Yozgat, Sivas…yolu üzerindeki Akdağ Madeni durağı  önemli bir yerdeydi. Sivas plakalı otobüsler yolcularına  çay ve yemek hizmetini bu istasyondan veriyorlardı. O tarihte müşteriler az, çaylar şirkettendi.

Ankara’dan çıkmıştım yanıma üstü başı perişan bir adam geldi. İkimiz de arka koltukta oturuyorduk. Ben yanıma aldığım şeyleri yemeğe başladım. Ben yemek yerken onun aç kalması içime sinmedi.

Ön koltukta oturanlar beni ikaz ettiler, bu deyyusa bir şey vermeyesin, dediler. Yanımdaki dilenci kılıklı adam pişkin sırıtıyordu; onlara cevap bile vermedi. Benimle birlikte yemeğini yedi bitirdi.

Dilenci kılıklı bu  adamdan ne istiyorlardı.

-Bak, efendi bu gördüğün adam Akdağ dinlenme tesislerinin sahibidir. Giderken, gelirken yol parası vermez, yemek yiyen bir adam görürse, hemen yanına gider. Onlar da senin gibi acıyıp   yemek verirler.

Bu adamın kazandıklarını oğulları yerler.

Babamın  verdiği   ders

Sivas Öğretmen Okulundaki ilk   yılım,  ilk günlerim,… O güne kadar  gurbet yüzü görmemişim. Akşam olunca bir efkar basıyor ki  sorma gitsin. Sigara üstüne sigara  yakıyoruz….Ah…oh   sesleri de cabası  Bize gelen mektupları  döne döne    okuyoruz. Sınıflar  ağlama duvarı gibi.   

O tarihte bugünkü iletişim araçlarının hiç biri yoktu. Derdimizi sıkıntımızı  mektuplarla  paylaşıyorduk.  Hiç unutmam efkarlı bir günümde babamdan bir mektup geldi. Ben de  büyük bir sevinçle mektubu açtım. Babam, mektubumu geri göndermişti.  Hiç erinmeden, üşenmeden  bir kompozisyon ödevi inceler gibi tek tek incelemişti.  İmla hatalarını kırmızı bir kalemle işaret etmişti.    Babama teşekkür edeceğim yerde, hatalarımı söylemesi ağırıma gitmişti. Oturup ağlamaya başladım. Daha sonra da kendimi acındırmak için mektubun üzerine göz yaşlarımı damlattım…

Babam,  daha sonraki yıllarda tek kelime söylemedi. Ankara Gazi’deki öğrenciliğimi babamın verdiği dersle  tamamladım. Allah rahmet eylesin.

Örenler Efsanesi

Zara’ya bağlı Göhertaş köyünün yaylasında yıllarca önce Örenler adında bir köy varmış. 

Bu köyün bulunduğu kesimde iki tepe vardır. Bu tepelerden birinin başında  Örenler adında bir köy olduğuna inanılan kayalar, diğer tepede ise kayaya dönüştüğüne inanılan gelin, damat, davar sürüsü, düşman ordusu ve küp bulunmaktadır.

Efsaneye göre Anadolu’nun fethi sırasında bir çoban eşiyle birlikte  bu tepelerden birinde koyun güderken, düşman askerleriyle karşılaşır. Askerler tepenin yamacı kadar gelmiştir.

Bunu gören gelin, kendisinin ve eşinin kurtulamayacağını anlayınca ellerini açarak Allah’a dua eder:

-Allah’ım bizi bunların eline vereceğine, taş eyle daha iyi, der.

Bunun üzerine gelinle birlikte, çoban , sürüsü ve düşman askerleri taşa dönüşür.

Bu tepe  bir adak yeridir. Adak adayanlar genellikle horoz keserler. Burada ufak bir çukur vardır. Öncelikle bu çukurun etrafında belli sayıda dönülür. Daha sonra çukurun içinde bulunan topraktan şifa niyetine bir miktar yenilir. Daha sonra iki rekat nafile namaz kılınır. Ağaçlara çaput, bez parçaları bağlanır. Bu işlemlerden sonra taşlaşmış olan gelin, damat, davar ve düşman askerleri ve küp gezilir.

Adak yerinin karşısında Ören tepe vardır. Adaklarını adayanlar, kurbanlarını kesenler daha sonra Ören tepeye çıkarlar. Kayalıklardan oluşan ve taşa dönüşmüş olan evleri gezerler. İsteyen burda da adak adayıp kurban kesebilir..[1]


[1] Cennet Geyik. A.g.ş.

Köy derlemelerine başlamam

Ben  köy derlemelerine 1980 de başladım. Sivas Halk Eğitimi Başkanlığından alınıp Divriği Lisesine Tarih dersi öğretmeni olarak olunca folklora ayıracak  bol zamanım oldu. İlkin Divriği demirci esnafı ile köşker esnafını derlemeye başladım. Bu çalışma benim bir yılımı aldı. Ertesi yıl köylere gitmeye başladım. Bazen yürüyerek, bazen minibüsle, bazen da kiralık taksi ile  köylere gidiyordum.

Köylüler ilkin beni yadırgadılar. Çünkü Babam Halil Sami Özen gibi alan çalışması yapıyordum. Benim adım hazine arayıcısına çıkmıştı. “Sivas ve  Divriği Yöresinde Eski Türk İnançlarına Bağlı Adak Yerleri” adlı kitabım çıkınca  aynı kitaptan birkaç tane aldılar. Kısa zamanda bunların hepsi bitti.

Gittiğim köylerdeki adak yerlerini inceliyordum. Efsanelerini topluyordum. Çok sıkıntı çektiğim halde araştırma yapmaktan zevk alıyordum. 1970-1980  Türkiye’nin en sancılı yıllarıydı. Can güvenliği yoktu. Ben hayatım pahasına derleme yapıyordum.

 Yazılarımı Rahmetli İbrahim Aslanoğlu’nun Sivas Folkloru ve Türk Folkloru adlı dergilerinde yayınlıyordum. Babam da beni teşvik ediyordu.

İyi ki bu derlemeleri yapmışım. Kaynak şahısların hepsi bu dünyadan göçtü  gitti. Bunların yerine yenileri gelmedi.

Köpekleri vurdular

Evimiz Rasathane  Camisine yakındı. Mahalle sakinleri  buraya yakın köylerden gelmişlerdi. Aldıkları arsa üzerine tek katlı evler yapmışlardı. Evlerin hepsi birbirine benzerdi. Duvarlar kireç beyazı,   kapılar ve pencereler  çivit mavisiydi.

Aşçı Ahmet Efendi  de bu mahallede yaşardı. Tren Gar’ında yolculara hizmet veren bir lokantası vardı. Lokantasında akrabaları çalışırdı. Ahmet Efendinin eli  boldu  Mahallenin fakirlerine  yardım yapardı.

İhtiyarın çocuğu yoktu. Arsasında  çocuk yerine  köpek beslerdi. Niçin köpek besliyorsun diye soranlara  “İnsanlardan ne hayır gördüm ki” , derdi.

Arsasında  altmışa yakın köpek vardı!

Bayramlarda  evlerine   giderdik. Bizden başka gideni geleni olmazdı. Mahalleli bu Ahmet Efendi’nin eşini hesaba katmazdı, adam yerine koymazdı.  Kocası  aşçı oluğu için özellikle askeri sevkiyatı sırası  günlerce evine  uğramazdı. İhtiyar kadın bugünlerde köpekleriyle baş başa kalırdı.

Evin köpeklere ayrılan büyük bir arsası/bahçesi vardı.  Arsaya atılan sahipsiz köpekler sabaha kadar havlardı. Mahalleye ilk geldiğimizde  bizi uyarmışlardı. Köpeklerin sesinden  uykunuz kaçar, diye. Zamanla alıştık.

Arsanın önünden ilk defa geçenler  bu köpeklere korkuyla, hayretle  bakarlardı. Bu kadar köpek  nasıl toplanmıştı ?

Mahallenin yaramaz çocukları ev sahibi kadını kızdırmak için arsadaki köpeklere  taş atarlardı.           Kadının söve saya gelmesinden derin bir zevk alırlardı.

Arsanın sahibi   daha önce belirttiğim gibi  çocuksuz ve huysuz bir kadındı . Zaman zaman arsaya çıkar, taş atanlarla   kavga ederdi. Kadının ağzı bozuktu… Kapıya vuranlara, taş atanlara söverdi.  Mahalleli bu kadına bulaşmazdı. 

        Aslında bu kadını kızdıranlar, o civardaki çocuklar değildi. Onlar kimseye bulaşmadan okullarına, evlerine giderlerdi. 

Köpekleri taşlayanlar başka yerlerden gelirlerdi.

Bunların  kavgası çoğu zaman Karakol’da biterdi.

Arsadaki köpekleri   bu kadın beslerdi. Her gün bu eve lokantadan yemek artıkları gelirdi. Köpekler doyasıya yerler, aç kalmazlardı.

Bahçenin kenarından  ince bir dere geçerdi, dere boyunda yüzlerce kuşun tünediği ağaçlar vardı. Kuşların biri kalkar diğeri konardı. Ağaçlara tüneyen bu kuşları da ihtiyar kadın beslerdi

Bazı köpekler ayrıcalıklıydı, evde kalırlardı; Kadıncağız köpeklerine elbise bile dikmişti. Mavili, kırmızılı, portakal renkli  elbiseler  köpeklerin sırtında gezerdi. Onlara her yer serbestti. Mutfağa bile serbestçe  girip çıkarlardı.   Koltukların  üstünde  uyuyan süs köpekleri , rahatsız edilmekten hoşlanmazlardı.

İlkbahardan sonbahara kadar lokantanın artıkları ile beslenen  bu köpeklerle kimse baş edemezdi.

Köpekler çekilince yemek artıkları ağaçlarda tüneyen  kargalara kalırdı. Mahallenin arsız kedileri , köpeklere yaklaşamazdı. Uzaktan seyreder, bol bol yalanırlardı..

Köpeklerin  havlamasından bıkan mahalle  sakinleri Belediye’nin  gelmesini beklerdi. Onların gelmesi  ile  temizlik başlardı.  Belediye, ilk önce  sokaktaki başıboş köpekleri; daha sonra da  arsadakileri vururdu.

İhtiyar kadın bunlardan bazılarını evinde  saklar,  Belediye ekibine vermezdi. Her silah sesinde  sanki çocukları vuruluyor gibi feryat figan ederdi.

 Arsada  her yıl tekrar edilen bir katliam  başlardı. Arsa günlerce mezbahaya dönerdi. Mahalle halkı bu katliamın bitmesini sessizce beklerdi.

Ortaokuldaki çocuklar okulun yanındaki  sokakta toplanırlar, köpeklerin vahşice  öldürülmesini  seyrederdi. Silah sesleri ,it ulumaları, ihtiyar kadının feryatları  en uzak yerlerden bile işitilirdi. İhtiyar kadın  köpeklerini  kurtarmaya çalışır, yaşlı gözlerle bu katliamın bitmesi için dua ederdi.

Sabahleyin başlayan katliam ikindiye kadar sürerdi.  Bu köpeklerden bazıları duvardan atlayıp mahalle aralarına giderlerdi.

Kaçmayıp da vurulan köpeklerin leşleri     çöp kamyonuna yüklenir Kardeşler tepesindeki çukurlardan birine atılırdı.

Köpekler gittikten sonra  arsayı kandan ve köpek pisliklerinden temizlemek zavallı kadına düşerdi. Ertesi yıl  baharda doğan köpek enikleri çocuklar tarafından bahçeye atılırdı.  Bunlar da geçen yılki köpekler  gibi sonbahara kadar beslenirdi. Zamanı gelince bunlar da  Belediye ekipleri  tarafından telef edilip temizlenirdi.

Belediye Köftecisi

Benim çocukluk yıllarımda   sahipsiz  köpeklere “Belediye  köftesi ” verilirdi. Sakatatçılardan alınan çekilmiş  etin içine zehir konularak köfte haline getirilirdi.   Buna   halk arasında “Belediye köftesi”  denilirdi. Köfteler  sahipsiz köpeklerin bulunduğu yere atılır; hayvanın ölmesi beklenirdi.

Bunu  yiyen köpek  biraz sonra yürüme yeteneğini yitirir, vücudu titremeye başlar, kaskatı kesilir , uluya uluya ölürdü. Bazı merhametli kişiler bunlara yoğurt yedirir, su içirirdi.

 O yıllarda köpeklerin öldürülmesi sıradan bir şeydi. Hayvan haklarını koruma diye bir bilinç gelişmemişti.

Yakın yıllara kadar Sivas’ta köpek barınakları da yoktu. Sahipsiz köpekler sokaklarda dolaşır, çöpleri devirir,  yiyecek bir şeyler arardı.

Mahallenin yaramaz çocukları sahipsiz köpekleri boğuşturur, bundan  büyük bir zevk alırlardı.  Bu yaramaz çocuklar köpeklerinin  saldırganlığı ile öğünürlerdi. Mahalle halkından teşvik bile  görürlerdi. Dahası da var: Horoz  dövüştürür  gibi kapalı mekanlarda köpek dövüştürülürdü.  Bundan yirmi yıl kadar önce beni de götürmüşlerdi. Bu vahşeti bana zorla seyrettirdiler.

Sivas’ta sahipsiz köpeklere  yardım etmeyi  orta yaşlı bir bayan başlatmıştır.  Bu  bayan topladığı ekmekleri  köpeklerin önüne atardı; yaz demez, kış  demez; karda ve yağmurda hiçbir şey beklemeden sahipsiz köpekleri beslerdi.

Köpek barınakları yapıldıktan sonra bu kadın artık  görünmez oldu. Yenişehir’den gittikçe uzaklaştı.

Bu örnek kadınla beraber Sivas’ta çok şey değişti. Halk sahipsiz köpeklere ekmek bırakıyor. Çocukların eziyet etmesine izin vermiyor.

Belediyeler  de değişti. Bu hayvanlara artık zehirli köfte verilmiyor…. Sahipsiz hayvanlara barınaklar yapılıyor;  Sivas; a da  bu yakışır

Aşık Veysel’in Maskı (Yüzünün Kalıbı) Nasıl Alındı?…

Son günlerde Aşık Veysel’in maskı konusu kamu oyunu o kadar meşgul eder oldu ki ister istemez bu makaleyi yazmak zorunda kaldım (1982). İleride Aşık Veysel’i her yönü ile tanıtan bir monografi yazıldığında bu makale kaynak alınsın istedim.

Şunu öncelikle belirteyim ki Aşık Veysel’in maskının alınması bir ekip çalışmasıdır. Bu ekip çalışmasına o yıllarda Atatürk Lisesi Müdürü olan Hocam Selahattin Aydemir, Dört Eylül Ortaokulu Resim Öğretmeni Özdemir Baran, Resim Öğretmeni Yusuf Toprak ve ben katılmıştım.

Benim, Aşık Veysel’in yüzünün kalıbını almam bir rastlantı sonucu olmuştur. Nitekim Sivas Folkloru Dergisi’nin Mayıs 1973  tarihli özel sayısında “Veysel’in Köyünde”  adlı bir yazım yayınlanmıştı. Ben o yazımda şunları yazmıştım:

“…Hastalığını duyduğum zaman çok üzülmüştüm. Birkaç defa köyüne gitmek, onu ziyaret etmek istedim; fakat nasip olmadı. Öğretmenim Selahattin Aydemir, Resim öğretmeni arkadaşım Özdemir Baran, Veysel’in  maskını almak istemişler, bana da uğradılar. Gerekli malzemeleri aldık, yola çıktık. Şarkışla ile Sivrialan köyü arasındaki uzaklık 30 km.’den fazla. Yol çok arızalı. Ancak Kaymakamlığını verdiği jiple gidebildik. Biz köye girerken rüyada gibiydik. Okulun bayrağı yarıya kadar indirilmişti. Köylüler damlarda, duvar diplerinde sessiz ve donuk gözlerle bize bakıyorlardı. Okul kapalı olduğu için öğrenciler sokaklarda siyah önlükleri ile Veysel’in yasına katılmışlardı.

“Veysel’in evi” dediler. Arabadan indik, içeri girmek için oldukça zorluk çektik. Çok kalabalık vardı. Civar köylerden de gelenler olduğunu söylediler. Evin iki odası var.  Bizi kapıdan girişte sol kol üzerine düşen odaya aldılar. Oda kapısının hemen karşısında bir sedir ve sedirin sağ köşesinde Veysel’in yatağı vardı. Veysel’in üzerini yatak çarşafı ile örtmüşlerdi. Yorganı katlayıp duvara dayamışlardı. Kapıdan girişte sol kol üzerinde bir sedir daha vardı. Pencere önünde ve sedirin üzerinde ziyaretçiler oturuyordu. Veysel’in yatağının baş tarafında ve köşede iki saz asılıydı. Birisi meydan sazı, diğeri cura idi. Bu köşede  ayrıca sağlığında çektirmiş olduğu fotoğraflar vardı. Diğer köşede ise Atatürk’ün büyük boy portresi asılı idi.

Biz odada iken içeriye bir kaç tane yaşlı kadın girdi. Veysel’in yüzündeki örtüyü açtı. Hep birlikte “Uyuyor!…” dediler. Biz de ölünün soğuk yüzünü ilk defa o zaman gördük. Başında her zamanki takkesi vardı.”[1]

Yine aynı yazımda Aşık Veysel’in maskının alınma  işlemini birkaç satırla şöyle anlatmıştım:

“ Taziyeden sonra, küçük oğlu Bahri Şatıroğlu’na babasının maskını alacağımızı söyledik. Anlayışla karşıladı ve kabul etti. Alçıyı kardık ve yüzüne döktük. Bu sırada yanımıza Aşık Ali İzzet Özkan da gelmişti. Kalıp alma işi bittikten sonra Veysel’in ruhuna Fatiha okuduk.” [2]

O zaman bu kadarla yetinmiş; fakat ayrıntıya girmemiştim.  Çünkü bu teknik bir konu idi. Ama bu makalemde istemiyerek teknik bir konuya da gireceğim. Artık bu kaçınılmaz durum oldu.

O yıllardaki Sivas Valisi Sayın Celal Kaya Can, Aşık Veysel’in ölümünden hemen sonra Selahattin Aydemir Hocamı aramışlar. Hocam da durumu Özdemir Baran’a ve yine resim öğretmeni olan Yusuf Toprak’a duyurmuş. Ben o yılarda Dört Eylül Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni idim.

Sabahın erken saatlarıydı; Selahattin Bey okula geldi. Özdemir Bey’le bir şeyler konuştu. Ben, kendilerine önemli bir şey mi var? diye sorunca:

– Aşık Veysel vefat etmiş, yüzünün maskını almaya gideceğiz, dediler.

Ben de kendilerinden beni de götürmelerini rica ettim. Önce razı olmadılar, sonra peki, dediler. Benden biraz zeytinyağı, bir eski naylon çorap ve bir miktar pamuk ile gazete kağıdı almamı istediler. Eve gidip malzemeleri aldım. Kendileri de hazırlıklı gelmişlerdi. Çimento Fabrikası’na uğrayıp tuğla çamuru da aldık.

Şarkışla’ya öğle üzeri vardık. Bir lokantada öğle yemeği yedikten sonra  Şarkışla Kaymakamı’na uğradık. Aşık Veysel’in hanımına ve çocuklarına hitaben yazılmış bir izin yazısı aldık. Köye öğleden sonra varabildik. Aşık Veysel’in cesedinin bulunduğu oda karanlık  olduğu için köylülerden lüks lambası istedik. Ayrıca bir de çalışma masası getirttik.

Sayın Hocam Selahattin Aydemir, karşı odada kaldı. Kalıp alma müddetince de bu odadan bize seslenmek suretiyle yardımcı oldu. Selahattin Bey gibi, Özdemir Baran da cenazeden korktuğu için mask alma işi bana düştü.

İlk önce  Aşığın kafasındaki takkeyi çıkardım. Sonra naylon çorabı kafasına geçirdim. Kalıp alınacak yerleri açık bırakmak suretiyle geriye kalan bölümlerini çamurla doldurdum. Burnuna pamuk tıkadım; gözlerini ince bir pamuk örtüsüyle kapadım. Bu işlemler bittikten sonra arap sabununu fırçayla yüzüne sürdüm. Ayrıca bazı yerlerine de zeytinyağı sürdüm. Bu işlemler bitince Özdemir Baran’ın kardığı alçıyı Aşığın yüzüne döktüm. Alçı dökme işlemi bitince Selahattin Bey, karşı odadan seslendi:

– Alçı ısınana kadar bekleyiniz!…

Rahmetli Aşık Ali İzzet Özkan, Bahri ve Ahmet Şatıroğlu ve diğer ziyaretçiler yanımızda idiler; bizi merakla izliyorlardı.

Kalıp donunca, benim gücüm yetmediği için köylüleri yardıma çağırdım. Köylüler Aşık Veysel’in yüzünden alçı kalıbı çıkardılar….Bu sırada kalıba Aşığın kaşı, kirpikleri ve bıyıkları yapışmıştı… Çocuklarının bu duruma üzüldükleri belliydi. Yanlış hatırlamıyorsam Bahri Şatıroğlu:

– Baba, hayatında çok eziyet çektin; şimid bile eziyet bitmiyor, dedi.

Köyden 21 Mart 1973 günü saat 16.00’da ayrıldık.

Aradan tam dokuz yıl geçti. Kimse aldığımız kalıbı arayıp sormadı bile. Geçen ay, Sayın Vali Yardımcısı Rahmi Yaldız Bey’i ziyaret ettiğimde:

– Sayın Rahmi Bey, gazetelerden okuyup öğrendiğime göre Aşık Veysel’in evi müze haline getirilmiş, biz bundan dokuz yıl önce Aşığın maskını almıştık, Veysel’in maskı müzeye konulursa iyi olur, demiştim. Sayın Rahmi Yaldız da:

– Kalıp kimde?…, diye sorunca:

– Sayın Kültür Müdürü Selahattin Aydemir’den sorunuz; çünkü bu işle o ilgileniyor, demiştim.

Birkaç gün önce(24 Mart 1982) Sayın Sivas Valisi Şükrü Er’e verilen, Aşık Veysel Müzesi’ne ve Aşığın mezarına konulan maskın  dişi kalıbı bu kalıptır.

Görüldüğü gibi Aşık Veysel’in yüzünün kalıbı bir ekip çalışması sonucu alınmıştır. Bu hizmette herkesin payı vardır.

(Türk Folkloru, Sayı: 40, Kasım 1982, s.10-11)


[1] Kutlu Özen,Veysel’in Köyünde, Sivas Folkloru, Sayı: 4, Mayıs 1973, s.15-16.

[2] Kutlu Özen, Veysel’in Köyünde…., s.15-16

Kirvelik

Kirvelik peygamberlerden kalan kutsal  bir gelenektir. İnanışa göre  İbrahim Peygamber, “Bana bir oğul verirsen, onu sana kurban edeceğim” demiş. Bir oğlu olmuş ve bıçağı taşa vurmuş yarılmış.

Musa Peygamber zamanında, Musa Peygamber “Tur”da koyun güderken üç kurt geliyor. Musa Peygambere:

 –Bizim nasibimizi ver, diyor.

Musa Peygamber de:

 -Ben sahibine danışmadan veremem, diyor.

 Kurtlar da:

Biz, sürüyü bekleyelim, siz sahibinden müsade alın gelin, diyorlar.

Musa Peygamber, kurtlara güvenmediği için:

Ben gidersem, siz koyunlarımı yersiniz, diyor.

Kurtların, Musa Peygamber’i inandırması gerekiyor:

Hz.Muhammet ve 12 İmamlar adına yemin ederiz ki koyunlarını yemiyeceğiz, diyorlar.

Hz.Musa, inanıyor. Aslında Cebrail, Mikail, İsrafil kurt donunda geliyorlar.

Hz.Musa koyunların sahibine gidiyor. Koyun sahibi cömert bir adammış:

Git, kurtlara nasiplerini ver, diyor.

Kurtlar, koyunları yemiyorlar. Gövelek koyun’un karnını yarıp içinden kuzusunu alıyorlar. Cennet’e götürüyorlar. Bir rivayete göre Hz.İbrahim Peygamber gününe kadar bu kuzu besleniyor. İsmail Peygamber’e inen koç budur.

İbrahim Peygamber’in kulağına bir ses geliyor:

Allah, senin niyetini kabul etti…Oğlunun yerine bu koçu kurban edeceksin.

İbrahim Peygamber’in kan akıtıp sözünü yerine getirmesi lazım. İbrahim Peygamber’in aklına “sünnet” geliyor.

Cebrail aleyhisselam İsmail’i kucağına alıp kirve oluyor. İbrahim Peygamber de elindeki bıçakla oğlunu sünnet ediyor. Allah’a vermiş olduğu söz, yerine geliyor. Kirvelik ve sünnet bu olaydan kalmadır.(Hafik yöresi)

Görüldüğü gibi Doğu ve İç Anadolu’da kirvelik en önemli geleneklerden biridir. Kirvelik,  kutsallığına inanılan sanal  bir akrabalıktır. Nitekim Divriği’nin Yağbasan köyünde erkek çocuk birkaç günlük olur olmaz kirve bulmak endişesine düşerler.

 Muallim Halil Sami ÖZEN, 1926  tarihli derlemesinde kirveliği şöyle anlatır: “ Çocuk birkaç günlük olur olmaz kirve bulmak endişesine düşerler. Kirve intihabında/seçiminde herkes servetçe  kendi mislini arar. Zira aşağıda da görüleceği veçhile sünnet düğününde bir çok masraflar yapılıyor. Köylülerce kirvelik çok mühimdir. Kirve olan adam, kirvesi olduğu evin ırzını, namusunu,  malını, canını aynı kendi ırzı, namusu, malı, canı gibi bilip  muhafaza edecek. Fena gözle bakmayacak ve daha bir çok evsafı bilip itaat edecek.

  1. Çocuğun kirvesi ve iki tarafın vazifeleri:

Çocuğu doğan baba intihap ettiği (seçtiği) adama “Seninle kirve olmak istiyorum” der. O adam kabullenirse günün birinde çocuğa bir kat elbise ve başına takılmak üzere bir adet altın alarak giderler. Bu getirdiklerini çocuğun anasına verirler. Eğer çocuk beşikteyse beşiğiyle, yok  eğer yürüyorsa getirip kirvenin kucağına oturturlar. Bu da üç defa selavat  getirdikten sonra çocuğu bırakır.  Bir zaman bir zaman oturup yemeklerini yedikten sonra evlerine giderler. İşte kirvelik buradan başlar.

Kirve demek “Peygamber dostu” demektir. Çocuk büyüyüp de sünnet edilmek zamanı gelince sünnet edilecek çocuğun  yanına bir adam katarak kirvesini davet etmeye yollarlar.  Bu çocuk servetleri derecesinde bir davar, bir top dokuma veya başka bir şey getirir. Kirvesi olan adam da çocuğa baştan ayağa elbise giydirir. Ertesi gün çocuk arkada, kirve önde olarak eve gelirler. Fakat kirveliğe  giden adam da, kirvesine ve akrabalarına hilat götürür. Kirve olan adamın evindeki külfeti(eşi, çocukları…) de birlikte sünnet düğününe gider.

2. Sünnet düğünü:

Sünnet, Hz.İbrahim’den kalmıştır.

Kapıda davulcu karşılar. Bahşişini verip içeriye girerler. Bu defa da kirveleri tarafından karşılanırlar. Bir zaman hal hatır ettikten sonra kahveler gelir; içtikten sonra herkes kahve tepsisine para atar. El yıkamak için leğen-ibrik getirilir. İki kirvenin eli bir yıkanır. Evvela su birisinin eline konur, öteki altında yıkar, sonra altta yıkayan üste çıkar; yani üçer kere ellerini yıkarlar. Leğen kalkmadan herkes gene suya birkaç kuruş atar; fakat kirveler her zaman fazla atarlar. Bu el yıkamanın manası “artık yek vücut olduk, peygamber dostu olduk” demektir.

Yemek gelir, yenildikten sonra birer kahve daha içerler. Kirve çocuğu kucağına alır, daha kesilmeden bahşişini avcuna kor. Sünnetçi, çocuğun zekerini eline alınca, çocuk “Peygamber ruhuna selavat” der. Ağzına şeker verirler, çocuğun pederi(babası), kirvesinin kucağından alarak yatağına götürür. Sünnetçi de kestiği deriyi kül tepsisinin üstüne koyup örtüsünü çeker. Kirve buraya bir mecidiyeden beş mecidiyeye kadar  atar. Bu işler bittikten sonra davetliler de, kirveler de evlerine giderler.  Artık bu iki kirvenin  yakın ve uzak akrabaları da birbirleri ile kirve sayılırlar. Birbirleri ile konuşunca “Ali kirve, Zeynep kirve…” diyerek  isminin evveline muhakkak kirve kelimesini ilave ederler. Günün birinde kavga edecek olsalar “Yazık sana, hiç olmazsa kucağımıza veya kucağınıza bir damla kanımız düştü, ikrarımız(verilmiş sözümüz/andımız)  var” gibi kakıç söylerler. Çocuk iyi olup kalkmadan kirveye davetçi gider. O da gerek kirvesinin evine ve gerek yakın akrabalarına herkesin münasibince bir şeyler götürür. Bir veya birkaç gün orada kalır. Kime hediye gittiyse  o da karşılık olarak bir misli fazlasıyla başka bir hediye götürür.. Mesela, on kuruşluk bir mendil verdi, o adam da fakir, hemen bir çift çorap mendile bağlayarak götürür. Kirve gitmeden çocuğu sünnet edenler, sarf ettiği parayı, getirdiği eşyaları hesap ederler. Bir kuruş tutarsa, en aşağı beş yüz kuruş fazla olmak üzere hediyeler tertip ederler. Hatta kirvesine at, öküz, inek verenler de çok oluyor.