Çiçekler, çiçekler…

Altınova durağında Halk otobüsünü bekliyorum.  Okulların kapanmasına birkaç hafta var. Kasabaya gelenler genellikle emekli memurlar; Belediye de müşteri olmadığı için bir saat arayla otobüs gönderiyor.  Büyükçe bir taşın üzerinde oturdum. Hem dinleniyorum, hem de halk otobüsünü bekliyorum. Oturduğum taşın altında toplu iğne başı büyüklüğünde mor mor çiçekler açmış. Ben çiçeğe bakarken otobüs gelip geçmiş.  Bu çiçeğin birkaç günlük, belki de birkaç saatlik ömrü var. Bunu yaratan  niçin bu kadar özenmiş?

Çevremize bakmıyoruz, güzellikleri görmüyoruz. Koyun , kuzu, inek, davar yayılırken  otların en körpesini seçer. Otların içindeki güzelliklerin, türlü türlü çiçeklerin farkında değildir. Benim imrenerek baktığım şeyler   onlar için  taze bir ottan öteye gitmez. Parklarda , bahçelerde, yetiştirilen  çiçekleri koparıp atanlara ne demeli. Onların diğerlerinden  farkı ne? Biri iki ayaklı diğeri dört….

İnsafsızlık etmeyeyim. Toprak  saksılar,  konserve kutuları, zeytinyağı tenekeleri içinde rengarenk çiçekler yetiştiren eli öpülesi kadınlar da var. Onlara imreniyorum. ….Doğayı sevmeyen, insanları da sevmez.  Biz doğaya yabancı kaldıkça doğa da bize yabancı kalır. Ben çiçeksiz bir ev düşünemiyorum.

Allah’ın Açtığı Sergi

Ağaçların çiçek açtığı bir sokaktan geçiyorum. Aylardan Mayıs, toprak yeşermiş, ağaçlar yapraklanmış, dallar çiçeklenmiş. Böyle bir ortamda Allah’ı düşünüyorum. Yunus yüzlerce yıl önce “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlam seni” demiyor muydu? Dağlar , taşlar, akan ırmaklar, ulu ağaçlar  bize Allah’ı hatırlatmıyor mu? Hiçbir çiçek diğer bir çiçeğe  benzemiyor. Renkleri ayrı, büyüklükleri ayrı, kokuları ayrı, yetiştikleri yerler ayrı…

Karşıdan bir adam geliyor. Yaklaşıp selam veriyorum. Burada bir sergi açılmış, gördün mü? diye. Adamcağız şaşkın şaşkın bana bakıyor, bu adam deli mi? diye. Buradaki sergi Allah’ın sergisi diyorum. Yerde bir bozuk para görseniz farkına varır, eğilip alırsınız. Bu güzelliklerin farkında değilsiniz. Görmüyor musunuz? Bu sokaktan  gözlerinizi yumarak mı geçtiniz?

Eskiden duvarlara naif resimler asılırdı. Bulutlu bir gökyüzü, henüz karları erimemiş  yüksek dağ tepeleri, durgun akan bir ırmak, ördekler ve kazlar, yamaçlarda yayılan kuzular ve diğerleri.

İnsanoğlu çok tuhaf. Tabiatın güzelliğini görmüyor da suluboya bir tabloyu beğeniyor. Saksıya çiçek dikmiyor da  yapma çiçek ile yetiniyor.

Divriği’de Hıdırellez Bayramı

Bahar bayramları içinde en dikkate değeri “Hıdırellez”dir. Hızır ve İlyas adlarının birleşmesinden meydana gelmiştir. Hıdır/hadr Arapçada yeşillik anlamına gelmektedir.

Hızır, Kuran’da Hz.Musa’ya kılavuzluk eden kutsal bir kişi olarak geçmektedir.

Halk inanışlarına göre, Hızır zaman zaman dünyayı dolaşır, gezdiği yerlerdeki kuru otları yeşertir,  gittiği yerlere bolluk ve bereket getirir. Darda kalanlara yardım eder.

İnsanlar   zaman zaman Hızır’ı görürler. Fakat rastladıkları kimsenin Hızır olduğunu sonradan anlarlar. Dilek dilemedikleri için pişmanlık duyarlar. Halk inanışlarında Hızır’la ilgili  yüzlerce hikaye vardır.

Bir inanışa göre Hızır ile İlyas iki kardeşmiş. Bunlar Hıdırellez gecesi birbirleriyle buluşurlar.

Folklorda Hızır yahut Hızır_İlyas kültünü en iyi bir biçimde yansıtan merasimler, özellikle Türk dünyası ele alındığında  Hıdır-Ellez ve  Hızır Nebi  Bayramı’dır.

Hıdır-Ellez büyük çoğunlukla Anadolu ve Balkan Türkleri arasında bilinmektedir. Eskiden Ruz-i Hızır(Hızır Günü) de denilen  Hıdırellez, halk arasında yaygın inançlara göre, Hızır ile İlyas’ın bir araya geldiği günün hatırasına kutlanmakta olup, Hızır-İlyas birleşik kelimelerinin halk söyleyişinde  aldığı biçimi yansıtmaktadır.

Hıdırellez kullanmakta olduğumuz Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs’a gelmekte olup, eskiden kullanılan Rumi/ Jüliyen takviminde ise 23 Nisan gününe rastlamaktadır. Bu tarih memleketimizde yaz mevsiminin başlangıcı olarak  bilinmektedir. Eski takvimde yani Rumi takvimde yıl ikiye ayrılmış olup 23 Nisan(6 Mayıs)’dan 26 Ekim(8 Kasım)’e  kadar süren 186 gün Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini; 26 Ekim’den 23 Nisan(6 Mayıs)’a kadar devam eden 179 gün de Kasım Günleri adıyla kış mevsimini meydana getiriyordu.

İşte Hıdır-Ellez(6 Mayıs) gerçekte Hızır ve İlyas’ın bir araya geldiği gün olduğu inancı altında, kışın sona erip yaz mevsiminin başladığı gün olarak kutlanmaktadır.[1]

Türkler İslamiyetle  birlikte bu ayinleri Hızır-İlyas kültüne dönüştürdüler. Mesela XVI. Yüzyılda yaşamış olan Hazini, Maveraünnehir bölgesinde her yıl Hızır ve İlyas’ın buluşması şerefine şenlikler yapıldığını haber vermektedir. Cevahirü’l Ebrar adlı eserinde vermiş olduğu bu bilgiler Mart, Nisan, Mayıs aylarında yapılan merasimlerin eski Türk inançlarının İslamileştirilmiş bir uygulamasıdır. Kısaca Türkler yaz mevsimi başlangıcına ait inanç, adet ve gelenekleriyle Anadolu’ya yerleştiler.[2]

Divriği’de 1962’li yıllara kadar Hıdırellez’de Çay Kenarı, Totukların Değirmeni gibi yerlere gidiliyordu. Divriği merkezinde bu gelenek gittikçe azalmakla beraber köylerde devam etmektedir.

Eski yıllarda    6 Mayıs günü kadınlı erkekli, büyüklü çocuklu bütün insanlar kırlara giderlerdi. Evlerinde hazırlamış oldukları yiyecekleri orda bulunanlara dağıtırlardı.  Yer, içer, eğlenirler birbirleriyle tanışırlardı. Bazen bu tanışma evliliğe  atılmış bir adım olurdu.

Hızır’la ilgili inanışlar:

1. Hızır, fakir kıyafetinde gelirmiş. Hızır, selin önü sıra  boz bir atın üstünde gelirmiş. Selden önce, selin önüne düşerek gelirmiş. Selin başlangıcını görenler bir dilekte bulunurlarsa, mutlaka bu yerine gelirmiş.

              2. Hızır, temiz evlere gelir, pis evlere uğramazmış. Bunun için Hıdırellez’den bir gün önce ahırlar da dahil evin her tarafı temizlenir. (Köyler)

 3. Hızır, dilenci kılığında dolaşan uzun, ak sakallı, üstü başı yırtık, fakat yüzü nurlu bir adam olarak bilinir. Nerede olduğu ve nasıl yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. Ayrıca belli bir adak yerinde bulunmaz. Hızır’ı nerede çağırsan hemen yardımına koşar.

               4.  Bir şey çoğaldı mı “Hızır değneğini dürttü; Allah Hızır bereketi verdi” derler.

5. Hızır ikindi namazından sonra seyahate çıkar, herkesin dileğini görürmüş. 6 Mayıs’ta  görürmüş ki  o adam gül ağacının dibine gelin yapmış. Anlar ki  o adam evlenmek istiyor.  Dua edermiş. O adam ev yapmış, ev sahibi olması için dua edermiş. Bütün gül ağaçlarının dibini gezermiş. Hızır, akşam ezanına kadar dolaşırmış.  Dilek dileyenler için Allah’a dua edermiş.

 6. Hıdırellez, yöredeki kadınlar tarafından aktif olarak kutlanır. Erkekler tarafından pek kutlanmaz.

6. Hıdırellez’de  ev işi yapılmaz, dikiş dikilmez, uyku uyunmaz, çamaşır yıkanmaz

                7. Günahların dökülmesi, ferahlığa kavuşmak için salıncakta sallanılır. Sallanırken kucağa bir taş alınır “Yağlara, ballara…” diye bağırılır. Böylece ineklerin yağı çok olur. Mayıs nanesi güzel olduğu için bugün nane biçilir.

8. Bazı yerlerde  Hıdırellez günü ateş yakılır. Kuzu çevrilir.

Dileklerin kabul edilmesi:

1. Örnek: “Ben ne dilek diledimse oldu. Oğlum için gelin istedim oldu. Ev istedim oldu. Araba istedim, oğlum araba aldı. Hacca gitmek isteyen bir kimse  bir çubuğa yeşil bir bez bağlayıp gül fidanının dibine dikerse, ona ertesi yıl Hacca gitmek nasip olur. Yeşil bayrak diktim hac nasip oldu. Oğluma bir mağaza yaptım, içine eşya doldurdum, mağazanın etrafını çayır çimen döşedim oğlum mağaza sahibi oldu. Gül dibine yapılan ev, dükkan, araba, bayrak gibi şeyler öylece bırakılır. Bunlar zamanla dağılır. (Hayriye Aydın)”

2. Örnek:  “Kayınvalidem 5 Mayıs günü ikindi ile akşam arası iki rekat namaz kılardı. Sonra bahçeden topladığı taşlarla, ağaçlarla, ot ve çiçeklerle ev yapardı. Evin içine para, yemiş ve Enam-ı Şerif kordu. Enam kordu ki oğlu okuyup alim olsun. Yemiş kordu ki bakkal dükkanı açsın. Bu ev birkaç gün öylece dururdu. Sadece Enam-ı Şerif’i alırdı. Ev zamanla kendiliğinden bozulurdu. Bu işi gizlice yapardı  (İnayet Tuğut).

Mani okuma geleneği;

Genç kızlar bir gün önceden kır çiçekleri toplarlar. Bunları su dolu bir çömleğin içine korlar. Çömleğin içine yüzük, küpe gibi süs eşyalarını atarlar. Çömleğin ağzını kapatıp 5 Mayıs akşamı gül çalısının dibine korlar. Sabah olunca  küçük bir kız çocuğuna bu eşyaları çektirirler. Önce mani okunur, sonra süs eşyası çekilir.  Söylenen mani o kız için söylenmiştir. Bu maniler genellikle aşk ve sevda üzerinedir.

Siyah iplik bükerim

Büker büker sökerim

Eller yar yar dedikçe

Ben boynumu bükerim.

Ayağım yalın idi

Dikeni kalın idi

Ben senden ayrılmazdım

Ayıran zalım idi.


[1] Ahmet Yaşar Ocak, İslam Türk İnançlarında Hızır yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985, s.136

[2] Ocak, a.g.e., s. 141

Eski Türk ve Türk Halk Edebiyatı

Kutlu ÖZEN

Konular:

  1. Türk Destanları
  2. İslamiyet Öncesi Türk Destanları
  3. Karahanlı Türkçesi Eserleri
  4. Kutadgu Bilig
  5. Ahmet Yesevi ve Eserleri
  6. Türk Ed. Temsilcileri(13-15)
  7. Türk Ed. Temsilcileri(16-18)
  8. İslamiyet Sonrası Türk Destanları
  9. Halk Hikayeleri
  10. Tasavvufi Halk Ed.
  11. Aşık Edebiyatı(16-20 yy)
  12. Köroğlu
  13. Karacaoğlan
  14. Aşık Veysel

I. BÖLÜM

Türk Destanları

Hazırlayan: Kutlu ÖZEN

a. Destan:  Büyük, olağanüstü toplum ve kahramanlık olaylarını uzun ve manzum olarak anlatan edebiyat türüne destan denir.[1]

Destanlar, milletlerin, din, fazilet ve özellikle tarihi kahramanlık maceralarının manzum hikayesidir.[2]

İlkçağ dinlerini konu edinen araştırmalar, insanoğlunun tabiat olaylarının gerçek sebeplerini, kaynaklarını ve etkilerini tam olarak bilmediği için belli bir inanca yönelmiş olduğunu göstermektedir.

Destanların olaylarına Tanrılar, melekler, şeytanlar, cinler, periler, devler, canavarlar gibi bir çok masal unsurları karışır.

Destanlar bütün tarih boyunca milletlerin halk şairleri tarafından yaratılıp terennüm edildiler. Fakat derhal halk arasına yayılarak, yeni ilavelerle bir tek şairin değil, bütün bir cemiyetin müşterek  eseri haline geldiler.[3]

Mitos adı verilen bu ilk efsanelerde soyut kavramlar, belirli olay ve kişilere dönüştürülmüş, ayrıca ilahi vasıflarla donatılmıştır.

Eski Yunanlılar, şairlerin, saz eşliğinde söyledikleri şiirlere  epos şiiri(epopiia) derlerdi. Bundan dolayı destan, Batı dillerinde epope olarak geçer. Türkçede kullanılan “destan” Farsça kökenlidir.[4]

Türk edebiyatında destan kelimesi yerine farklı sözler kullanılmıştır. Latince epos diye adlandırılan büyük eserlere Yakut/Saha Türkleri olongho(manzum  kahramanlık şiiri, kahramanların hikayeleri), Kırgız Türkleri  comok(kahramanlık destanı), Müslüman Türkler de genellikle destan  demişlerdir. Destan yerine esatir kelimesi de bir süre kullanılmıştır.[5]

b. Türk ve Dünya Edebiyatında Destanlar:

Babillilerin milli destanı olan Gılgameş, Sumer mitoslarına dayalı bir mezopotamya şiiri olarak en eski destan örneği diye kabul edilir. M.Ö. 2000 yıllarına ait olduğu sanılan destanda Güney Babilonya şehirlerinden Uruk’un beyi Gılgameş’in savaşlarını konu edinir.[6]

Homeros’un  İlyada ve Odysseia destanları Yunan dünyasının temel eserleri arasındadır. İlyada bir olayın destanıdır. Anadolu’daki Troya şehrine Yunan sitelerinin ortaklaşa düzenledikleri seferi ve hileli zaferi anlatır. Odysseia bir kişinin destanıdır.  Troya Savaşı’ndan  sonra İthake kralı Odysseus’un büyük güçlükleri aştıktan sonra karısına ve evine kavuşmasını hikaye eder.

Latinler’in Aeneis’i(M.Ö. I. Asır/ Vergilius), Fransızlar’ın Chanson de Roland’i (M.S.XII), Almanlar’ın Nibelungen ve Gudrun destanları(M.S. XIII), Finlilerin Kalevela’sı, Hintliler’in Ramayana, Mahabarata’sı, İranlılar’ın Şehname’si (Firdevsi/ XI. Asır.) bu türün belli başlı örnekleri arasında sayılabilir.[7]

Görüldüğü gibi bazı destanlar o milletin şairleri tarafından yazılmıştır. Yunan şairi Homer’in İlyada ve Odise’si, İran şairi  Firdevsi’nin Şehnamesi böyle destanlardır. Bazı milletlerin destanları  bir şair  tarafından yazılmamış, bir araştırıcı tarafından toplanmıştır. Finlilerin Kalevala’sı  böyle bir destandır.[8]

Destanlar, efsanelere konu edilerek hayli değişikliğe  uğramış tarihi olayların izlerini taşırlar.

c. Destanların Meydana Gelmesi:

Her milletin destanı yoktur. Bazı milletler, destan edebiyatına epope artificielle denilen yapma destanlarla katılmışlardır. Değişik Avrupa milletlerine mensup fikir ve sanat adamlarının da bir çoğu, ilhamlarını eski Yunan ve Şark(doğu) milletlerinin destanlarından veya mitolojilerinden almışlardır. Bir milletin milli destanı olabilmesi için o milletin tarihinde aşağıdaki şartların bulunması gerekir:

1. Millet, halk hayalinin efsaneler yaratmaya elverişli bulunduğu, en eski ve iptidai(ilkel) devirlerde yaşamış olmalıdır.

2. O milletin tarihinde unutulmaz tabiat olayları, büyük savaşlar, göçler, istilalar, yeni coğrafyalarda vatan kuruşlar gibi halk hayat ve hafızasını nesillerce meşgul edecek  hadiseler bulunmalıdır.[9]

d. Destanların oluşumundaki dönemler:

Birinci dönemde milletin müşterek şuurunda ve hayal gücünde iz bırakmış bir takım tarihi olaylar ve bu olaylar içinde yüceltilmiş kahramanlar görülür. Bu olay ve kahramanlara her çağda yeni olay ve kişiler eklenir. Aynı zamanda o çağın tarihi  özellikleriyle benzerlikler taşır.

İkinci dönemde bunların yeni nesillere aktarılması işi gerçekleşir. Sözlü  olarak başlayan bu gelenek , şairlerin  çalgılar eşliğinde söylediği şiirler bütününe dönüşür. Doğal olarak şairler de bu efsaneler zincirine kendilerince öz ve biçim yönünden  yeni eklemeler yaparlar.

Üçüncü dönemde bu sözlü geleneği güçlü bir şair, şiirler  bütünü halinde derler. Gerekiyorsa yeniden nazma çeker. Böylece destan bütünlüğünü kazanmış  olur.

Dünya destanlarının bir çoğunda destanın düzenleyicisi belli değildir.

e. Destan türleri:

Destanlar, milli bilinçlenmeyi hızlandırarak, milli dayanışmayı güçlendirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Bu yönüyle destanlar milletlerin soy özellikleri, sosyal yapıları, ülküleri, milli değerleri, gelenek-görenekleri …. üzerinde yapılacak araştırmalarda ilk temel kaynakları oluştururlar.[10]

Bir edebiyat türü olan destan zamanla klasik anlamını yitirmiş, Aşık ve Divan edebiyatlarında şekil ve muhteva bakımından oldukça değişik yeni türlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Aşık edebiyatında  kahramanlık hikayeleri, savaşlar, çeşitli toplum olayları(deprem, kıtlık, ayaklanma), bazen de mizahi nitelikteki eserler destan adıyla anılmıştır.

İslam kültürü etkisinde gelişen Divan edebiyatında  aruz vezni ile ve mesnevi şeklinde yazılan dini hikayelerin(Yusuf ile Züleyha), fikri ve tasavvufi eserlerin (Risaletü’n-nushiye),  aşk hikayelerinin(Leyla ile Mecnun), nasihat kitaplarının, vakayinamelerin, mensur tarih kitaplarının, manzum masalların, din büyüklerinin  hayat hikayelerinin(Dastan-ı İmam Ali), epik nitelikteki  mensur eserlerin adlarında veya başlıklarında destan adı kullanılmıştır.

Çağdaş edebiyatımızda destan hala bir tür olarak görülmektedir.[11]

f.Türk Destanlarının Kaynakları

Türk kavimlerinin, geçmiş yüzyıllara dayanan bir takım destanları bulunmaktadır. Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden önce meydana gelen bu destanlar daha çok sözlü anlatımlar şeklindedir. Türklere ait bu destanlardan bugüne kadar elimize ulaşan yazılı metinler yok denecek kadar azdır. Eski Türk destanlarının bugün elimizde bulunan parçaları çeşitli kaynaklardan derlenmiştir. Bunlardan bir kısmı, Avrupalı ve Türkiyeli araştırıcılar tarafından doğrudan doğruya halk dilinde hala yaşayan destanların derlenip yazılmasıyla elde edilmiştir. Bir kısmına Çin kaynaklarında; Arap, İran tarih ve edebiyatına ait el yazması eserlerde rastlanmıştır; bir kısmı Bizans tarihleri gibi Batı kaynaklarında bulunmuştur.

Destanlarımızın  diğer önemli bir kısmı da bizzat Türk aydın ve yazarları tarafından tarihin çeşitli devirlerinde yazıya ve yazılı edebiyata geçirilmiştir.

a. Destan:  Büyük, olağanüstü toplum ve kahramanlık olaylarını uzun ve manzum olarak anlatan edebiyat türüne destan denir.[12]

Destanlar, milletlerin, din, fazilet ve özellikle tarihi kahramanlık maceralarının manzum hikayesidir.[13]

İlkçağ dinlerini konu edinen araştırmalar, insanoğlunun tabiat olaylarının gerçek sebeplerini, kaynaklarını ve etkilerini tam olarak bilmediği için belli bir inanca yönelmiş olduğunu göstermektedir.

Destanların olaylarına Tanrılar, melekler, şeytanlar, cinler, periler, devler, canavarlar gibi bir çok masal unsurları karışır.

Destanlar bütün tarih boyunca milletlerin halk şairleri tarafından yaratılıp terennüm edildiler. Fakat derhal halk arasına yayılarak, yeni ilavelerle bir tek şairin değil, bütün bir cemiyetin müşterek  eseri haline geldiler.[14]

Mitos adı verilen bu ilk efsanelerde soyut kavramlar, belirli olay ve kişilere dönüştürülmüş, ayrıca ilahi vasıflarla donatılmıştır.

Eski Yunanlılar, şairlerin, saz eşliğinde söyledikleri şiirlere  epos şiiri(epopiia) derlerdi. Bundan dolayı destan, Batı dillerinde epope olarak geçer. Türkçede kullanılan “destan” Farsça kökenlidir.[15]

Türk edebiyatında destan kelimesi yerine farklı sözler kullanılmıştır. Latince epos diye adlandırılan büyük eserlere Yakut/Saha Türkleri olongho(manzum  kahramanlık şiiri, kahramanların hikayeleri), Kırgız Türkleri  comok(kahramanlık destanı), Müslüman Türkler de genellikle destan  demişlerdir. Destan yerine esatir kelimesi de bir süre kullanılmıştır.[16]

g. Türk Destanlarındaki Milli Unsurlar:

Türk destanlarındaki ışık, ağaç, maden,bozkurt, kadın, at,yada taşı,su sevgisi, ak saçlı ihtiyarlar… destanı millileştiren temel unsurlardır.

Işık:  Işık destanlara semavi aydınlık veren, dini-bedii bir destan  unsurdur. Destanların büyük kahramanları ilahi bir ışıktan doğarlar. Oğuz’un birinci karısından  doğan çocukların  üçünün de adları Gün, Ay, Yıldız gibi ışıklı isimlerdir.

Ağaç: Ağaç sevgisi Türk destanlarında büyük yer tutar. Eski Türk inançlarına göre Tanrı yeryüzündeki dokuz insan cinsini, bu insanlardan önce yarattığı dokuz dallı bir ağacın gölgesinde barındırmıştır.  Uygur Hükümdarı Bugu Han, Tuğla ve selenge ırmakları arasındaki  mukaddes ağacın  kovuğundan doğmuştur.Kıpçak, oyuk ağaç anlamına gelmektedir.

Maden: Altın, gümüş, demir, bakır gibi maden adları destanlarda daha çok geçer. Türkler,  Ergenekon’dan demir dağı eriterek çıkmışlardır. Bütün bunlar Türkler’in çok eskiden beri madencilikle uğraştığını göstermektedir.

Bozkurt: Totem devri yaşayan Türkler’in  Ongunu bozkurttur. Bozkurt, destanlarda Türk’ün hayat ve sanat gücünü temsil eder. Türk ordularının önünde yürüyerek onlara yol gösterir. Uygurlar’ın Türeyiş destanında Tanrı,  bir erkek kurt şeklinde yere iner, Uygur hanının iki kızıyla evlenir. Uygur nesli böyle bir evlenmeden çoğalır.

Kadın: Yaratılış destanında, Tanrı’ya insanları ve dünyayı yaratması için fikir ve ilham veren Ak Ana adında bir kadındı. Oğuz’un annesi Ay Kağan da böyle bir mukaddes kadındı.

At: At, destan kahramanlarının vefalı ve sevgili arkadaşıdır. O kadar ki Orta Asya Türkçesinde, ava gitmek gibi, savaşa gitmeye de atlanmak deniyordu. Atların savaşlarda alpler gibi vazife gördüğünü bildiren ilk yazılı vesika Köktürk kitabeleridir. Kitabelerde Alp Şalçı gibi kendisine alplerin unvanı verilmiş bir attan bahsedilmesi ayrıca önemlidir.

A. İslamiyet Öncesi Türk Destanları:

İslamiyet öncesi Türk destanları birbirini takip eden altı bölüme ayrılır:

  1. Yaratılış destanı
  2. Saka Destanları:

a. Alp Er Tunga

b. Şu destanı

  • Kun-Oğuz Destanları
  • Köktürk destanları[17]
    • Bozkurt Destanı
    • Ergenekon Destanı
  • Siyen-pi destanı
  • Uygur Destanları
    • Türeyiş Destanı
    • Manihaizm’in Kabulü

1.Yaratılış Destanı: Bu destan 19. yüzyılda  Radloff tarafından Altay Türklerinden derlenmiştir. Altay Türkleri eski Türk dinine mensup oldukları için destan, çok geç bir tarihte tespit edilmesine rağmen Türklerin yaratılış hakkındaki en eski inançlarını yansıtmaktadır. Ancak destan, uzun asırlar boyunca  çeşitli tesirlerin altında  önemli değişikliklere uğramıştır. Radloff tarafından tespit edilen destanın konusu şöyledir:

Daha hiçbir şey yokken Tanrı Kayra Han’la uçsuz bucaksız su vardı.  Kayra Han’dan başka gören, sudan başka görünen yoktu. Ay, yıldızlar, gök ve toprak yaratılmamıştı.

 Bütün tanrıların en büyüğü, varlıkların başlangıcı, insanoğlunun ilk atası  Tanrı Kayra’nın  canı sıkılıyordu. 

Tanrı Kayra, yalnızlık içinde düşünürken suda bir dalga belirdi. Ak Ana  denilen bir kadının hayali görünerek, Tanrı’ya “Yarat!….” dedi ve yine sulara gömüldü.

Bunun üzerine Kayra Han, kendisine benzer bir varlık aratarak ona “Kişi”adını verdi.  Kayra Han’la Kişi sonsuz suyun üzerinde iki siyah kaz gibi rahatça uçmaya koyuldular. Fakat kişi bundan memnun olmadı. Hayatında değişiklik aradı. İlk olarak  kendisini yaratandan daha yüksekte  uçmaya kalktı. Onun bu duygusunu sezen tanrı , Kişi’den uçma gücünü aldı.  Kişi suya yuvarlandı. Boğulmak üzereyken yaptığına pişman olarak tanrıdan yardım diledi.

Tanrı, “Yüksel!…” emrini verdi. Kişi suyun derinliğinden çıktı. Ve tanrının yine suyun içinden yükselttiği  bir yıldıza oturarak  batmaktan ve boğulmaktan kurtuldu.

Kişi, artık uçamaz diye Tanrı Kayra Han, dünya’yı yaratmayı düşündü. Kişi’ye suyun dibine dalıp  bir avuç toprak çıkartmayı emretti. Fakat o, bu toprağı çıkarırken de kötülükler düşündü. Toprağın bir kısmını ağzında saklayarak ileride kendisi için gizli bir dünya yaratmayı tasarladı. Avcundaki toprağı su yüzüne serpince Tanrı Kayra Han, toprağa “Büyü!…” emrini verdi. Bu toprak dünya oldu. Fakat bu arada Kişi’nin ağzındaki toprak da büyümeye başladı. O kadar büyüdü ki, tanrı “Tükür!..” demeseydi Kişi boğulacaktı.

Kayra Han’ın tasarladığı dünya önce dümdüz bir topraktı. Fakat Kişi’nin ağzından dökülen ıslak toprak dünyaya fırlayarak yeryüzünü bataklıklar ve tepeciklerle örttü.  Buna çok kızan tanrı , Kişi’yi kendi ışık aleminden kovdu ve ona şeytan/Erlig adını verdi.

Sonra yerden dokuz dallı bir ağaç bitirerek her dalın altında ayrı bir adam yarattı. Bunlar dünyadaki dokuz insan cinsinin ataları oldular.

Toprağın yeni insanları güzel ve  iyi idiler. Erlig onları kıskandı. Kayra Han’dan onları kendisine vermesini istedi. Tanrı razı olmadı. Fakat şeytan onları kötülüğe sürükleyerek kendine çekmeyi biliyordu. Kayra Han, şeytana kapılan insanların bu akılsızlığına kızarak  onları kendi hallerine bıraktı. Erliğ’i yeniden lanetliyerek, toprak altındaki karanlıklar dünyasının üçüncü katına sürdü. Kendisi için de göğün on yedinci katında bir nur alemi yaratarak oraya çekildi. İnsanları büsbütün başı boş bırakmamak için de onlara doğru yolu gösterecek bir melek gönderdi.

Erlig, Tanrı Kayra’nın semasını görünce, o da kendisi için bir gök yaratmak istedi. Bir çok yalvarışlarla tanrıdan bu izni aldı. 

Erliğin tebaası, yani kandırdığı fena ruhlar, gökle yer arasındaki yeni dünyada  Kayra Han’ın dünyasındaki insanlardan daha iyi(daha serbest) yaşıyorlardı. Bu durum Kayra Han’ın canını sıktı. Erliğ’in dünyasını yıkmak için  oraya kahraman Mandişere’yi gönderdi. O, kuvvetli mızrağıyla vurarak, korkunç gök gürültüleri arasında bu dünyayı parça parça etti.

Parçalanan bu dünya aynı gürültülerle, Erlig ve insanlar için yaratılan ilk dünyanın üzerine yıkıldı. İri dünya parçaları yer yüzünün biçimini bütün  bütün bozdu. Eski düz dünya, şimdi  yüksek dağlar, derin boğazlar, balta girmez ormanlarla dolmuştu.

Kayar Han, Erliğ’i dünyanın en alt katına sürdü. Orada ne güneş, ne ay, ne de yıldız ışığı vardı. Tanrı, Erliğ’e dünyanın sonuna kadar orada oturmayı emretti.

Tanrı Kayra Han, şimdi on yedinci kat gökten kainatı idare etmektedir. Diğer gök katlarından yedinci katta Gün Ana, altıncı katta Ay Ata oturmaktadır.

Yaratılış destanının ana çizgileri bunlardır.[19] Yaratılış destanında Şaman inanışlarından önemli çizgiler vardır.

2.Alp Er Tonga Destanı: Alp Er Tonga, M.Ö. yedinci yüzyılda yaşamış olan ünlü Saka hükümdarıdır. Bu hükümdar, Bütün Orta Asya’yı hakimiyeti altında bulundurduğu gibi; Kafkasları kuzeyden güneye aşarak Anadolu, Suriye ve Mısır’ı feth etmiştir. Hayatı fetihlerle ve bilhassa İranlı Medlerle mücadele halinde geçmiştir. M.Ö. 624’de Med hükümdarı  Keyhüsrev tarafından bir ziyafete çağırılarak hile ile öldürülmüştür.[20]İran kaynağında ölümünün bayram olarak kutlandığı kabul edilen Saka kahramanı için 8. yüzyılda, Göktürkler zamanında Köl Tigin ve Bilge Kağan abidelerinde yazıldığına göre  bir yuğ merasimi düzenlenmiştir.[21]

Bu hadisenin hatırası hem Türkler, hem İranlılar arasında yüzyıllarca yaşamıştır. Alp Er Tonga, İran ve İslam kaynaklarında “Buku Han, Buka Han ve  Efrasiyab” olarak geçer. 11. yüzyılın iki büyük Türk yazarı Yusuf Has Hacib ve Kaşgarlı Mahmut, Alp Er Tonga’dan bahseder.

Çeşitli kaynaklarda hakkında pek çok bilgi bulunan Alp Er Tonga’nın hayatı etrafında teşekkül etmiş destan zamanımıza  kadar ulaşamamıştır. Ancak Divan ü Lügati’t-Türk’deki sagu, bu destanın bazı değişikliklerle 11. yüzyıla kadar devam etmiş küçük bir parçasıdır.[22]

3. Şu Destanı: ŞU Destanı 330-327 yılları arasında Türk illerinde hakanlık eden “Şu” nun hayatı ve faaliyetleri etrafında meydana gelmiştir. Menkıbeye göre o tarihlerde Makedonyalı Büyük İskender, Semerkand’ı geçip Batı Türkistanı istila etmiştir. O sırada Türklerin başında Şu adlı bir hükümdar bulunuyordu. Balasagun yakınında  kendi adı ile anılan “Şu Kalası” nı yaptıran odur.[23]

Destan, Türklerin İskender’le çarpışmalarını ve doğuya çekilmelerini anlatır. Destan Türk milletinin hafızasında yaşayarak XI. Yüzyıla kadar gelebilmiştir.

Bu arada doğuya çekilmeyen ve Batı Türkistan’da kalan 22 ailenin, Oğuz boylarını meydana getirdiklerini destandan öğreniyoruz.  Bu parçayı Kaşgarlı Mahmut, Oğuzlara  niçin Türkmen dendiğini anlatmak için “Türkmen” maddesinde Arapça olarak kaydetmiştir. Ancak Kaşgarlı Mahmut’ta İskender, “Zülkarneyn” adıyla geçmektedir.

4. Oğuz Kağan Destanı: Oğuz Destanı, Türklerin en eski atalarından sayılan Oğuz Kağan’ın hayatı ve faaliyetleri etrafında meydana gelmiş destanlardan biridir. Alp Er Tonga’dan izler taşımakla beraber, daha çok M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapmış bulunan büyük Hun İmaratoru(Yabgusu) Motun’un (Mete) hayatı etrafında meydana gelmiş bir destandır. Destanın elimizdeki bölümü eski şekliyle ve bir bütün olarak zamanımıza ulaşmamıştır. Bazı küçük parçalar bir tarafa bırakılırsa bugün elimizde Oğuz Kağan destanına ait üç rivayet bulunmaktadır.

a. Uygur rivayeti: 13. asırda, henüz Müslümanlığı kabul etmemiş Türkler arasında tespit edilmiş küçük, özetlenmiş bir metindir. Uygur alfabesi ile yazıya geçirilen bu metnin aslı Paris Milli Kütüphanesi’ndedir.  Prof W.  Ban ve Reşit Rahmeti Arat tarafından işlendikten sonra bugünkü Türkçeye nakledilmiştir.

b. İslam rivayeti: 13. yüzyıl başlarında Moğol tarihçisi Reşidüddin’in Cümiü’t-Tevarih adlı eserinde “Tarih-i Oğuz ve Türkan ve Hikayat_ı Cihangir-i” başlığı ile  Farsça kaydedilen bu rivayet, İslami bir karakter taşımaktadır. Bu eserde yer alan  Oğuz Kağan destanı oldukça uzundur.[24]

c. Üçüncü rivayet: 17. yüzyılda Ebü’l-Gazi Bahadır Han tarafından tespit edilmiştir. Diğerlerine göre çok daha sonra yazılmış olan bu destanda hem Reşideddin rivayetinden, hem de 17. yüzyılda Türkmenler arasında yaşayan rivayetlerden faydalanılmıştır.

15 veya 16. asırda tespit edilmiş bulunan Dede Korkut Hikayeleri de aslında Oğuz Kağan destanının parçalarıdır. Başlangıçta  Oğuz Kağan’ın şahsı etrefında meydana gelen bu destan, sonradan  diğer şahıslar tarafından genişletilmiştir.

Oğuz Kağan Destanının Özeti:

M.S. XIII. Yüzyılda  Uygur yazısı ve Uygur Türkçesiyle yazıya geçirilmiş bu önemli destanın konusu şöyledir:

Günlerden bir gün Ay Kağan’ın gözü parladı. Erkek oğul doğurdu. Bu oğulun yüzü gök rengi, ağzı ateş kızıl, gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Güzel perilerden daha alımlıydı.

Bu oğul, anasının göğsünden ilk sütü içip bundan sonra içmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeği başladı. Kırk günden sonra büyüdü, yürüdü, oynadı.

Ayakları sığır ayağı gibi, beli kurt beli gibi, omuzları samur omuzu gibi, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudunun her yeri tüylü idi. At sürüleri güder, ata binerdi. Av avlardı. Günlerden sonra, gecelerden sonra yiğit oldu….

Oğuz Kağan’ın bulunduğu yerde büyük bir orman bulunmaktadır.  Bu ormanda bulunan bir canavar, ormandaki av hayvanlarına ve insanlara zarar vermektedir. Oğuz Kağan bu canavarı öldürür.

Gene günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarır. Karanlık basar gökten bir ışık düşer.  Oğuz kağan güneşten ve aydan parlak bu ışığın içine yürür. Bu ışığın arasında  çok güzel bir kız oturmaktadır. Oğuz Kağan bu kızla evlenir. Günlerden, gecelerden sonra  bu kızdan üç çocuğu olur.  Birincisine Gün, ikincisine Ay ve üçüncüsüne  Yıldız adını verir.

Gene bir gün Oğuz Kağan ava gider.  Bir göl ortasında bir ağaç görür. Bu ağacın kovuğunda bir kız oturmaktadır. Oğuz Kağan’ın aklı gider, içine ateş düşer. Bu kızla evlenir. Bu kızdan da  üç erkek çocuğu olur. Bunlara Gök, Dağ, Deniz  adını verir.

Oğuz Kağan büyük bir toy verir. Toydan sonra beylere ve halka “Ben sizlere kağan oldum. Elimize kalkan ve yay alalım. Talih bize yardım etsin…” sözleriyle hükümdarlığını ilan eder.

Çok savaşlar yapan Oğuz Kağan artık yaşlanmıştır. Halkına şöyle der: “Ey oğullarım, ben çok yaşadım. Ben çok savaşlar gördüm. Cıda ile çok ok attım. Aygır ile çok yürüdüm. Düşmanları ağlattım. Dostlarımı güldürdüm. Gök Tanrı’ya borcumu ödedim. …”

Manzum olarak yazılmış olan bu destanın son sözleri eksiktir.[25]

5. Siyenpi Destanı: Bu destan 2. yüzyılda yaşamış olan Siyenpi hükümdarı Tan-şe-hoay Yabgu’nun harikalı bir şekilde doğuşunu ve kahramanlığını anlatır.  Türk destanının bu bölümü, Çin kaynakları tarafından çok kısa olarak tespit edilmiştir. Bu destanın biraz değişmiş ve genişlemiş şekli Radloff tarafından Altay Türkleri arasında derlenmiştir.[26]

6. Köktürk Destanı: Bu destan Köktürkler’in türeyişi ve çoğalmalarıyla ilgilidir. Çin kaynaklarında yer alan rivayetler “Bozkurt Destanı”, Reşideddin ve Ebü’l-Gazi Bahadır Han’daki rivayetler ise “Ergenekon Destanı” olarak bilinir. Ayrı adlarla bilinen bu destanlar, aslında aynı destanın birbirlerinden çok farklılaşmış şekilleridir.

Hunlar’ın soyundan gelen Köktürkler’in türeyişleriyle ilgili üç rivayet Çin kaynaklarında bulunmaktadır. İlk ikisi birbirinin aynı olan  bu rivayetler şunlardır:

a. Bozkurt Destanı:

Birinci rivayet: Hunlar’ın soyundan gelen  ve Aşina adlı bir aileden türeyen Türkler, Lin kavmi tarafından kılıçtan geçirildi. Savaşta askerlerin acıdığı on yaşındaki bir çocuk canını kurtarabildi; ama ülkesinde demir madenlerini işlemeye başladılar. askerler onun ayaklarını kestiler ve bir bataklığa attılar. Bu sırada dişi bir kurt peyda oldu.  Çocuğu etle besledi. Çocuk büyüdü. Kurt onunla karı-koca hayatı yaşadı; gebe kaldı.

Lin kralı çocuğun yaşadığı haberini aldı. Onu öldürmeleri için askerlerine emir verdi. Askerler çocuğu kurdun yanında buldular. Önce kurdu öldürmek istediler. Kurt, Turfan ülkesinin kuzeyindeki dağa kaçtı.  Bu dağda derin bir mağara vardı. Mağaranın içinde çevresi birkaç yüz milden ibaret ot ve çayırlarla kaplı bir ova görünüyordu. Ovanın etrafı dik dağlarla çevrili idi.

Kurt bu mağaranın içinde on çocuk doğurdu. Çocuklar büyüdüler; dış ülkelerden getirdikleri kızlarla evlendiler.  Her birinden bir soy türedi. Kök Türk Devleti’nin kurucularından Aşina ailesi de bu on boydan biridir. Onların oğulları ve torunları çoğaldılar, yavaş yavaş yüz aile oldular.  Birkaç nesil sonra mağaradan çıktılar. Ju-Jular’a tabi oldular. Altay dağları eteklerine yerleştiler. Bundan sonra Juan-Juan

Not: Çin kaynakları Köktürkler’in bayraklarına kurt başı koymalarını kurttan türeme sebebine bağlamaktadırlar.

İkinci rivayet: Köktürkler’in atalarının yurdu, Hunlar’ın  oturdukları yerin  kuzeyindeki SOU ülkesi idi. Onlar kabile reislerine A-Pang-Pu adını vermişlerdi. A-Pang-Pu’nun  kendisinden büyük ve küçük olmak üzere on yedi kardeşi vardı. Ağabeylerinden birinin adı İci Nisutu idi. O, bir kurttan doğdu. Bu on kardeş pek akıllı sayılmazlardı. Devletlerinin süratle yıkılmasına sebep oldular.

İci Nisutu, tabiat üstü kudret ve özelliklere sahip bir kişi idi. Yağmurun yağması ve rüzgarın esmesi için emirler verebilirdi. Yaz ve kış tanrılarının kızları ile evlendi. Bu kadınlardan biri dört çocuk doğurdu.  Çocukların bir tanesi beyaz bir leylek oldu. İkincisi Afu ile Kem nerihrleri arasında yaşadı. Adı Çigu(Kırgız) idi. Üçüncüsü Üçüncüsü Çuçin suyu boyunu mesken tuttu. Dördüncüsü  Chien-su ve Şin dağlarında yaşadı. Dört kardeşin en büyüğü bu idi.

Bu dağlarda yıkılan eski devletin başkanı A-Pang-Pu’nun  bir oymağı yaşıyordu. Burası soğuk bir yerdi. Isınmanın çarelerini bulamamışlardı. Dört kardeşin en büyüğü ateşi buldu; onları ısıttı, ölümden kurtardı. Sonra dördü birleşti , en büyük kardeşi başkan seçtiler. O, başkan seçilince “Türk” ünvanını aldı.

Türk’ün göbek adı Natuliu idi.  Natuliu’nun on karısı vardı.  Bu kadınlardan doğan çocuklar soy adlarını analarından aldılar. Kök Türk Devleti’ni kuran Aşina, Türk’ün küçük karısının soyundandır.

Türk ölünce on ayrı anadan doğan çocuklar bir başkan seçmeyi kararlaştırdılar. Büyük bir ağacın altında toplandılar. Ağaca doğru en uzun atlayan başkan olsun, dediler. Aşina’nın oğlu en küçükleri idi. Atlamayı başardı. Başkan oldu. Ahsien Şad ünvanını aldı. Ahsien Şad’dan sonra Bumin Kağan(Tu-men) başa geçti. [27]

b.Ergenekon Destanı:

Köktürk  destanlarından biri de Ergenekon Destanı’dır. 13. yüzyılda Reşidüddin tarafından tespit edilen destanın konusu şöyledir:

Moğol  olarak gösterilen Köktürk hakanı İl Han’la, Tatar Sevinç Han’ın giriştikleri savaşta Köktürkler’in hepsi kılıçtan geçirilir.  Bu savaştan yalnız İl Han’ın Kıyan(Kayan) adlı oğlu, karısı, Kıyan’ın amcası oğlu Nukuz(Tukuz) ve eşi kaçıp kurtulurlar; geçit vermeyen, ücra bir ülkeye sığınırlar; bu ülkede 400 yıl kalıp çoğalırlar. Sonunda bulundukları yer dar gelir; bir demirci dağın demirini eriterek yol açar. Köktürkler Ergenekon’dan çıkarak ana yurtlarına dönerler. Tatarlar’dan atalarının intikamını alırlar. Bu sırada hakanları Börteçine(Bozkurt) idi.

Köktürkler, Ergenekondan çıkışı her yıl kutlarlarlardı.  Ateşte kızdırılan bir demir örsün üstüne konur, önce hakan, sonra beyler sırasıyla ellerindeki çekiçle demire vururlardı.[28]

7. Dokuz Oğuz-Uygur Destanı: Bu destan “Balangıç/Türeyiş” , Manihaizm’in Kabulü ve “Göç” olmak üzere üçü parçadan ibarettir.

a. Türeyiş Destanı:

Çin kaynakları tarafından tespit edilmiş bulunan türeyiş parçası, Uygurların erkek bir kurttan türemelerini anlatır.

Eski Kun yabgularından birinin ancak Tanrı ile evlenebileceklerine inandığı çok güzel iki kızı vardı. Yabgu yaptırdığı kuleye iki kızını kapattı. Gökten tanrının gelmesi için yalvardı. O sırada kulenin dibinde uluyan bir kurt peyda oldu… Küçük kız, babalarının kendilerini vermek istediği tanrının bu kurt olduğuna ablasını inandırdı. Kızlar bu kurtla evlendiler. Uygur nesli bu kurttan türedi.[29]

b. Manihaizm’in Kabulü:

İlhanoğulları’nın tarihçisi Cüveyni’nin 13. asırda Tarih_i Cihan Kuşa adlı eserinde tespit ettiğine göre Böğü Kağan yurduna  davet ettiği manihaist din adamları ile kendi kamlarına bir münazara yaptırdı. Din adamlarının karşılıklı münakaşaları sonunda, Uygurlar başta Bögü Han olmak üzere 763’ tarihinde topluca Mani dinini kabul ettiler.[30]

c. Göç Destanı:

 Uygurların Ötüken bölgesinden Tarım havzasına göç etmeleri etrafından oluşan ikinci parça ise hem Çin kaynaklarında, hem de İran kaynaklarında yer almakta ve iki rivayet birbirini tamamlamaktadır.

Çin kaynağı:

Uygur ilinde Hulin dağında Tuğla ve Selenge  adlı iki ırmak akıyordu. Bir gece bu iki ırmak arasındaki ağacın üzerine gökten bir ışık indi. Ağaç zamanla şişti, ortası yayıldı, beş çocuk çıktı. En büyükleri Bögü Tigin idi. Halk, Tanrı tarafından gönderilen bu çocukları büyüttü.  Bügü büyüyünce hakan oldu. Bügü’den sonra başa geçenlerden biri olan Gali Tigin bir Çin Prensesiyle  evlenmek suretiyle  Çin düşmanlığını ortadan kaldırmak istedi.

Prens, sarayını  Hatun dağına kurdurdu. Bu dağda kutlu bir kaya  vardı. Hatun dağının saadeti bu kayaya bağlı idi. Çinliler bu kayayı istediler. Gali Tigin bu kayayı verdi. Çinliler kayayı ısıtıp üzerine sirke döktüler. Parçalanan kayayı ülkelerine taşıdılar. Bu hadiseye kuşlar, hayvanlar ağladılar. Memleketi felaket kapladı. Toprak yiyecek vermez oldu. Beşbalık’a göç ettiler.

Bu rivayet, 840 tarihinde Kırgızlar’ın hücumu ile güneygöçe mecbur kalan Dokuz Oğuz Uygurlar’ın hayatını anlatıyo

2. Bölüm

İslami Türk Edebiyatı

İslamiyet ve Türk Edebiyatı:

Türkler, İslamiyeti kabul ettikten sonra yeni bir kültür ve edebiyat geliştirdiler. XIX. Yüzyılın ortalarına kadar süren bu edebiyat, “İslami Devir Türk Edebiyatı” olarak isimlendirilir.

İslamiyet’i çok önceden kabul eden ve zengin bir edebiyata sahip olan Araplarla,İranlılardan sonra aynı medeniyet  dairesine giren Türkler  de bu edebiyatın estetik anlayışını benimsediler. Arap ve İran eserlerini örnek alarak, ortak tür ve şekilleri kullandılar.

Bu edebiyat, büyük ölçüde İslam kültürüyle beslenmekteydi.  Yeni dinin bazı kavramları yanında, edebiyatın  ortak mecaz, mazmun ve sembolleri de  edebiyatımıza girdi. Böylece Arapça ve Farsça bazı kelimelerin kullanıldığı bir dil ortaya çıktı. Türk dilinin bu dönemine Osmanlı Türkçesi adı verilir.

Türk dili İslamiyet’in kabulünden sonra iki kola ayrılmıştır:

1.Doğu Türkçesi(Hakaniye Türkçesi): Karahanlılar sahasında konuşulup yazılan bu lehçeye  Karahanlı Türkçesi de denir. Doğu Türkçesine daha sonra Çağatayca adı da verilmiştir.

2.Batı Türkçesi(Oğuz Türkçesi): Oğuz Türklerinin lehçesi olan Oğuz Türkçesi daha sonra Türkiye ve çevresinde gelişmesini sürdürmüştür.

  1. Karahanlılar Dönemi:

Karahanlılar Türkistan’da 840’tan 1212’ye kadar hüküm süren ilk Türk-İslam devletidir. Karahanlı Devleti’nin ilk hükümdarı Bilge Kül Kadir Han’dır. Oğullarından Arslan Han(Bazır), büyük kağan sıfatı ile  Balasagun’da; diğer oğlu Oğulçak, ortak -kağan sıfatı ile  Taraz’da hükümdarlık yapmışlardır.

Oğulçak’ın yeğeni Satuk, Müslüman din adamlarının telkiniyle   Müslüman olmuş ve   10. yüzyılın başlarında Karahanlılara İslamiyeti resmen kabul ettirmiştir. Satuk Buğra Han’ın ölüm tarihi 959’dur. [31]

İslami devir Türk edebiyatının ilk ürünleri XI. Ve XII. Yüzyıllarda ortaya çıkar. Bunlardan ilki Karahanlı Devleti zamanında Hakaniye Türkçesi ile yazılmış olan Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’idir. Aynı yüzyılda yazılmış bulunan Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-ı Türk’ü de İslami devir Türk edebiyatının ilk ürünlerindendir. Bu eserler arasına XIII. Yüzyılın başında Yüknekli Edip Ahmet’in kaleme aldığı Atabetü’l-Hakayık’ı da katmak gerekir. XII. Yüzyılda Orta Asya’da Ahmet Yesevi ve Hakim Süleyman Ata, dini tasavvufi halk şiirinin ilk güzel örneklerini vermişlerdir. Ahmet Yesevi’nin yazdığı Divan-ı Hikmet bunların başında gelir.[32]

Kutadgu Bilig

Türkçe’nin ilk İslami eserlerinden sayılan Kutadgu Bilig, Türk dili ve edebiyatı için büyük önem taşır.  Karahanlı hükümdarı Arslan Karahan adına 1069/1070 yılında Balasagunlu Yusuf Has Hacib adlı bir Türk-İslam şairi ve alimi tarafından  yazılmıştır.

Yusuf Has Hacib 1019 yılında Balasagun’da doğmuş, yine orada ölmüştür. Elli yaşını aştıktan sonra Kaşgar’a gitmiştir. Balasagun’da yazmaya başladığı eserini Karahanlı hükümdarı Tavgaç Uluğ Buğra Kara Han’a sunmuştur.

Eserin aslı 6.425 beyittir. Eser aruz vezniyle yazılmıştır.

Eserdeki bilgilere göre, yazarın asıl adı Yusuf olup, ünvanı “Has-Hacib” (Perdedar) idi.

Yazar,  kitabın bir yerinde “Kitabın adını Kutadgu Bilig koydum; okuyana kutlu olsun ve ona yol göstersin” der. Bu beyitten de  anlaşılacağı üzere  eserin adı, kut “mübarek, mukaddes, baht, ikbal” anlamına gelmektedir. Bilig de “bilgi, marifet, ilim “ anlamındadır.

Edebi bakımdan daha çok didaktik(öğretici) bir eser sayılır. Devlet adamlarına yöneticilikle ilgili bilgi ve öğüt veren ahlaki-didaktik eserlere “Siyaset-name” denir. Kutadgu Bilig de siyaset-name türünden bir eserdir. Eser,  dört kavramı temsil eden dört şahsın karşılıklı konuşmalarından meydana gelmiştir.  Hükümdar Kün Togdı kanun ve adaleti, vezir Ay Toldı bahtı, vezirin oğlu Ögdilmiş aklı, vezirin kardeşi Odgurmuş ise akibeti/hayatın sonunu temsil ederler.Ele alınan asıl konu , ideal insan tipinin özellikleridir.

Eser, Reşit Rahmeti Arat tarafından günümüz Türkçe’sine aktarılarak 1959 yılında yayımlanmıştır.

Örnek metin:

“Anlayış ve bilgiye tercüman olan dildir; insanı aydınlatan fasih dilin kıymetini bil. İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur. İnsanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider. Dil arslandır, bak, eşikte yatar; ey ev sahibi dikkat et, senin başını yer.

Dilinden eziyet çeken adam ne der, dinle; bu söze göre hareket et, onu daima hatırda bulundur.  Bana “Dilim pek çok eziyet çektiriyor; başımı kesmesinler” de, ben dilimi kestireyim.

Sözüne dikkat et, başın gitmesin; dilini tut, dişin kırılmasın.

Bilgili, dil için özlü bir söz söyledi: Ey dil, başını gözet. Sen kendi selametini istiyorsan, ağzından yakışıksız bir söz kaçırma.

(…) Ey oğul, bu sözümü sana söyledim…Ey oğul, bu nasihatleri ben sana verdim. Benden sana gümüş ve altın kalırsa, sen onları bu söze denk tutma. Gümüşü bir işe sarf edersen biter, tükenir; sözümü işe sarf edersen, gümüş kazanılır.”

Divanü Lügat -i Türk

Divanü Lügat -i Türk, Kaşgarlı Mahmut tarafından  Araplara Türkçe’yi  öğretmek ve Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermek maksadıyla yazılan ilk Türk sözlüğüdür.

Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lügat -i Türk’ü 1072 yılında yazmaya başlamış ve 1074 yılında tamamlamıştır.  Muhtemelen 1077’de Bağdat’ta Halife Muktedi’nin oğlu Ebü’l Kasım Abdullah’a  takdim etmiştir.

Türk dilinin ilk sözlüğü olan Divanü Lügat -i Türk, çeşitli Türk boylarından derlenmiş bir ağızlar sözlüğü  karakterini taşımaktadır. Bununla birlikte eser yalnızca bir sözlük olmayıp Türkçe’nin XI. Yüzyıldaki dil özelliklerini belirten , ses ve yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabı, kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk  tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve halk edebiyatına dair zengin bilgiler ihtiva eden, aynı zamanda dönemin tıbbı ve tedavi usulleri hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eser niteliği de taşımaktadır .

Kaşgarlı Mahmut eserini yazarken o devrin Türk illerini bir bir dolaşmış ve doğrudan doğruya kendi derlediği dil malzemesine dayanmıştır. Bu bakımdan eserde çeşitli Türk  boylarının ağızları üzerinde bizzat gözleme dayanan tespitler  ve karşılaştırmalar yer almaktadır.[33]

Yazar, XI. Yüzyıl  Orta Asya Türk kavimlerini boylarına göre sınıflandırdıktan sonra bunları konuştukları dil ve ağız farkları yönünden ele almış, Türk boylarının birbirine olan yakınlıkları ve temasları üzerinde de durmuştur.

Divanü Lügat -i Türk’te madde başı olarak alınan kelimelerin sayısı yaklaşık olarak  8000 civarındadır.

Eserde madde başı olan kelimelerin açıklamaları yapılırken anlamlarının daha iyi anlaşılmasını sağlamak maksadıyla deyimlerden, atasözlerinden ve şiirlerden örnekler verilmiş ve bunların Arapça tercümeleri de yapılmıştır. Ayrıca bazı ayet ve hadislerden deliller getirilmiştir.

Sözlüğün çeşitli yerlerinde dağınık halde bulunan atasözlerinin toplamı yaklaşık 290 kadardır.

Türk halk şiirinin günümüze kadar gelen en eski  örnekleri olarak kabul edilen şiirler ise dörtlük ya da beyit şeklindedir. Şiirler genellikle yedi ve sekiz hecelidir.

Eserdeki şiirlerin kimlere ait olduğu hakkında her hangi bir kayda rastlanmamakla birlikte Çuçu adlı bir Türk şairinden bahsedilmektedir.

Eserde;  adetler, akrabalık, evlenme, atçılık ve binicilik, aletler, bağcılık ve bahçivanlık, beslenme, mutfak, yemekler, bitki, coğrafya, eğlence,  milli oyunlar, müzik, şiir ve dans, ev eşyası, giyim kuşam , astronomi, hakan, kadın, savaş, spor ve oyunlar, tıp, tarım, toplum hayatı, Türk evi, ulaşım ve taşıtlar… gibi konulara yer verilmiştir.

Kaşgarlı Mahmut’un eserinde yer alan haritanın ilk Türk dünyası haritası olması bakımından büyük değeri vardır. Haritada Türklerin oturduğu yerlerle , bunların münasebette bulunduğu milletlere de yer verilmiştir.

Uzun zaman nerede bulunduğu bilinmeyen eser II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıllarda İstanbul’da bulunmuş ve Ali Emiri Tarafından 30 altına satın alınmıştır.

Eser ilk defa Kilisli Rifat Bilge tarafından incelenerek Arap harfleriyle  üç cilt halinde yayımlanmıştır. Divanü Lügat -i Türk’ün bilinen tek yazma nüshası Fatih Millet Kütüphanesi’ndedir.  Eserin 1990 yılında tıpkı basımı yapılmıştır.[34]

Divan-ı Hikmet

İslami devir Türk edebiyatı, bir yandan Kutadgu Bilig ve Atabetü’l-Hakayık  gibi eserlerle klasik edebiyat tarzını geliştirirken, bir yandan da dini-tasavvufi bir halk edebiyatı meydana getirmiştir. Bu edebiyatın başta gelen temsilcilerinden biri de Ahmet Yesevi’dir.

Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet adındaki eseriyle tanınmıştır. Bu eser hikmet adı verilen şiirlerden meydana gelmektedir. Şekil yönünden eski halk şiirindeki koşuk ve sagulara benzeyen hikmetler, konu bakımından İslam din ve tasavvufunu anlatır. Hikmet, tekke şiirimizdeki ilahi’nin karşılığıdır.

Bu şiirler bir yandan dini-tasavvufi unsurları, diğer yandan Türk halk edebiyatı unsurlarını taşırlar. Bu gelenek, Yesevi dervişleri aracılığıyla  Orta Asya’da ve Anadolu’da yayılmıştır.

Fuat Köprülü, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”  adlı eserinde Yunus Emre’nin şiirlerinin, Ahmet Yesevi’nin şiirlerinin devamı olduğunu örnekleriyle ortaya koymuştur. Böylece Türk Edebiyatı’nın , Türklerin yaşadığı bütün coğrafyalarda bir bütünlük ve süreklilik içinde geliştiği anlaşılmaktadır.

Şiir, Karahanlı Türkçesi ile yazılmıştır. Ahmet Yesevi’nin  hikmetlerinde 4+4=8 hece vezni kullanılmıştır.

Divan-ı Hikmet’in  yazma ve basma nüshalarında bulunan hikmet sayısı bazı farklılıklar göstermektedir. Bugüne kadar derlenebilen hikmet sayısı 250’yi bulmaktadır.

Şair, Divan-ı Hikmet’te sade bir dil kullanmış, İslamiyetin esaslarını, tasavvuf adabını,  kıyamet gününü, peygamberlere olan sevgisini dile getirmiş. Dervişlerle ilgili menkıbeler anlatmıştır.

Ahmet Yesevi: XI. Yüzyılın sonlarında Batı Türkistan’ın Sayram kasabasında doğdu. Tasavvuf yoluna girdi. Vefat edinceye  kadar halkı aydınlattı.  1166 yılında Yesi’de vefat etti.

Kurduğu Yeseviye  tarikatı Orta Asya Türkleri arasında büyük ilgi gördü. Yeseviye Tarikatı Anadolu’da da etkili oldu.  Hacı Bektaş  Veli, tarikatını kurarken Ahmet Yesevi’yi örnek aldı.

Közüm açdım sini kördüm

Kül köngülini sine birdim

Uruğlarım terkin kıldım

Minge sin ok kireksin sin

Güzümü açtım seni gördüm. Bütünü gönlümü sana verdim. Akrabaları terk ettim. Bana sen gereksin sen.

XIII.-XIV. YY. TÜRK EDEBİYATI

Genel Özellikler

Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatının Genel Hatlarıyla Tanıtımı

Türkler, Orta Asya’da İslamiyeti kabul ettikten sonra x. Yüzyıldan başlayarak İslam kültürüyle yoğrulmuş  bir edebiyat meydana getirdiler. Güneybatıya doğru göç eden Oğuz Türkleri, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletlerini kurdular. Anadolu’da ilk Türkçe eserler XIII. Yüzyılda  Anadolu Selçuklularının sonları ile Anadolu Beylikleri döneminin başlarında yazıldı. Türk edebiyatının asıl gelişmesi ise, Türkçenin resmi dil olduğu XIV. Yüzyıldan sonra Osmanlı evleti zamanındadır.

XIII.-XIV. Yüzyıllardaki Türk edebiyatının en önemli özelliği dini-tasavvufi yönünün ağır basmasıdır. İslamiyetin doğuşundan iki yüz yıl sonra ortaya çıkan tasavvuf hareketi , Türkler arasında  yayılarak Yesevilik, Bektaşilik, Mevlevilik gibi tarikatların kurulmasına yol açmıştır.

Tasavvuf nefsi eğiterek insanları Allah’a ulaştırmayı amaçlayan bir din ve ahlak felsefesidir. Vahdet-i vücut denilen tasavvuf görüşüne göre, evrende tek bir varlık vardır. O da mutlak vücut olan Allah’tır. O aynı zamanda hüsn-i mutlak(mutlak güzellik) tır.  Kutsi hadise göre , Allah gizli bir hazine iken bilinmeyi dilemiş ve bilineyim, diye kainatı yaratmıştır. Aslında Allah’ın dışındaki varlıklar vehimden, görüntüden başka bir şey değildir. O, bir an tecelli etmemeyi dilese, bütün eşya ve evren bir hayal gibi görünmez olur.

Tasavvuf’a göre insan, en şerefli varlıktır. Her zaman insan-ı kamil(olgun insan) olmaya çabalamalıdır. Bundan dolayı insanın, geçici varlığından uzaklaşarak, ebedi olan Allah’a  yaklaşmaya çalışması gerekir. Bu da nefsin terbiyesi ile gerçekleşir. Nefsini kötülüklerden arındıran kişi, fani varlığından kurtularak  Allah’ın mutlak varlığına kavuşur. Buna tasavvufta fenafi’llah(Allah’ın varlığında yok olma) denir.

Tasavvufun esası aştır. Allah’a ulaşma aşkıyla kötülüklerden uzaklaşan kişi engin bir hoşgörüye ve ruh yüceliğine erişir. Tasavvuf bu yönüyle toplum hayatına önemli katkıda bulunmuştur. Tasavvufta bir lokma, bir hırka düşüncesiyle  ibadet köşesine çekilme onaylanmaz. Tasavvuf erbabı , halk içinde Hak ile olmayı ilke edinmişlerdir. Buna en güzel örnek Osmanlılardaki ahilik kurumudur.

Türk edebiyatında tasavvufu esas alan ve bu düşünceyi işleyen  edebiyata tasavvuf edebiyatı denir. Bu edebiyat genellikle hece ve aruz veznini; koşma, gazel, kaside, mesnevi gibi nazım şekillerini kullanmıştır. Dili zaman zaman ağırlaşan genellikle açık ve anlaşılır bir Türkçedir.

Tasavvuf edebiyatının kendine özgü bir semboller dünyası vardır. Zamanla diğer edebiyat kollarının da kullandığı bu sembollerin bazıları şunlardır:

Aşık(Hak aşığı), ma’şuk(sevgili, Allah), saki, pir-i mugan(mürşit), mey, şarap ilahi aşk), meyhane, harabat(dergah, tekke)…

Dini ve tasavvufi düşüncenin edebi eserlerde ağır bastığı bu dönemde yaşayan Mevlana ve Yunus Emre, Türk edebiyatında yüzyıllar boyunca etkili olmuşlardır.

Bu dönemde yaşayan Dehhani de, estetiği ve dini-tasavvufi konular dışındaki şiirleriyle klasik(divan) edebiyatının ilk temsilcisi olarak kabul edilmektedir.

Bunların yanı sıra Ahmet Fakih, Sultan Veled, Gülşehri, Aşık Paşa, Ahmedi, Seyyid Nesimi, Kadı Burhaneddin de bu dönemin güçlü şairleri arasında yer alırlar.[35]

Mevlana Celaleddin Rumi:(1207-1273):

Asıl adı Celaleddin’dir.  “Efendimiz” anlamına gelen Mevlana kelimesi adeta onun adı olmuştur. Anadolulu anlamında “Rumi” diye de anılır.

Mevlana 1207’de Belh’te doğmuştur. Babası Bahaeddin Veled, ünlü bir mutasavvıftı.  Moğol tehlikesi yüzünden memleketini terk ederek  Konya’ya yerleşmiştir. Şems-i Tebrizi ile tanıştıktan sonra tasavvuf yoluna  girmiştir. Mevlana’ya göre Allah aşkı insan ruhunu temizleyip yüceltir.

Mesnevi, Mevlana’nın en tanınmış eseridir. 26 bin beyitten meydana gelmiştir.

“Bişnev ez ney çün hikayet mi koned” cümlesiyle başlayan mesnevinin Türkçe anlamı şöyledir.

Mesnevi’den:

Duy, şikayet etmede her an bu ney

Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.

Der ki:”Feryadım kamışlıktan gelir

Duysa her kim, gözlerinden kan gelir.

Ayrılıktan parçalanmış bir bir yürek

İsterim ben; derdimi dökmem gerek.

(…)

Kandı her şey, tek balık namaz sudan

Gün uzar, rızkın eğer bulmazsa  can.

(…)

Sultan Veled(1226-1312):

Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin oğludur. Babasının düşünceleri ve yaşayışı doğrultusunda Mevlevilik tarikatını kurmuştur. Divanı’ndan başka iki mesnevisi ve Maarif isimli  mensur bir eseri daha bulunmaktadır. Farsça yazdığı bu eserlerinde 20 kadar Türkçe gazeli bulunmaktadır.

Hacı Bektaş-ı Veli(1209 ?-1271 ?):

Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak belli değildir. Anlatılan menkıbelere göre Nişaburludur. Horasan’dan Anadolu’ya gelerek , şimdiki Hacı Bektaş ilçesine yerleşmiştir. Burada İslam tasavvufunu yaymıştır. Yeniçeriler onu pir olarak seçmişlerdir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin, tasavvufi fikirlerini anlattığı Makalat isimli mensur bir eseri vardır.

 Aşık Paşa(1272-1333):

Kırşehirlidir. Ailesi Horasan’dan gelmiştir. İyi bir öğrenim görmüştür. Olgunluk çağında Türk halkına tasavvufu öğretmek amacıyla Garip-name isimli mesnevisini yazmıştır(1330). Aşık Paşa’nın elimizde 67 şiiri bulunmaktadır.

Aşık Paşa, Garib-name’de bilinçli bir şekilde Türkçe yazdığını dile getirmiştir.  Bu bakımdan Aşık Paşa’nın ve eserlerinin ayrı bir önemi vardır.

(…)

Türk diline kimsene bakmazıdı

Türklere hergiz gönül akmazıdı.

Türk dakı bilmezidi ol dilleri

İnce yolı, ulu menzilleri.

Bu Garib-name anın geldi dile

Kim bu dil ehli dakı ma’ni bile.

(…)

Ahmet Fakih(XIV.yy.  ikinci yarısı-XV.yy. ilk yarısı)

Ahmet Fakih’in hayatı hakkında çelişkili bilgiler bulunmaktadır. Son yıllarda Osman Sertkaya’nın araştırmaları aynı dönemde en az beş Ahmet Fakih’in yaşadığını göstermektedir.

Elimizde Ahmet Fakih imzalı iki eser bulunmaktadır. Bunlardan en tanınmışı Çarh-name isimli 100 beyitlik bir eserdir.

Şeyyat Hamza:

Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Halka yüksek sesle şiirler, hikayeler okuyan gezgin dervişlerden olduğu sanılmaktadır. Son yıllarda yapılan araştırmalar onun XIV. yy. ilk yarısında hayatta olduğunu göstermiştir. Şeyyat Hamza’nın bazı şiirleri ile Yusuf ve Zeliha mesnevisi yayınlanmıştır.

                 Hoca Dehhani:

Hayatı hakkında yeterli bilgimiz yoktur. Yazmış olduğu bir kasideden Horasan’dan geldiğini öğrenmekteyiz. Elimizde bir kasidesi ve altı gazeli bulunmaktadır.

Dehhani, dini, tasavvufi  konularda şiirler yazan çağdaşlarından ayrı olarak; daha çok aşak, şarap, tabiat gibi konuları işlemiştir.

Gazel

Aceb bu derdümün dermanı yok mı

Ya bu sabr itmegün oranı yok mı

Yanarım mumlayın başdan ayağa

Nedür bu yanmagun payanı yok mı

Güler düymen benüm ağladuğuma

Aceb şol kafirün imanı yok mı

(…)

Su gibi kanumı toprağa kardun

Ne sanursın geribün kanı yok mı

(…)

Seyyid Nesimi(Ölümü 1404):

Diyarbakır, Irak ve Tebriz yörelerinde bulunduğu sanılan Nesimi, Azeri Türkçesi’ne yakın bir dille şiirler yazmıştır. Hurufiliğin kurucusu Fazlullah-ı Hurufi’nin halifelerindendir. Vahdet-i Vücud düşüncesini Hurufilik çerçevesinde anlatmasından dolayı  Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüştür. Bu olaydan sonra adı efsaneleşmiş, bazı tasavvuf çevrelerinde büyük saygınlık kazanmıştır. Türkçe ve Farsça Divanı vardır.

Tuyuğ

Bi-vefa dünyadan usandı gönül

Yok didi dünyayı yok sandı gönül

Düşdi aşkun odına yandı gönül

Vahdetün kand-abında kandı gönül

Kadı Burhaneddin(1345-1398):

Asıl adı Ahmet’tir. Kayseri kadısı Şemseddin Mehmet’in oğludur. Mısır, Şam ve Halep’te öğrenim gördü. Kadı, vezir ve naiplik görevlerinden sonra Sivas’ta hükümdarlağını ilan etti. On sekiz yıl süren hükümdarlığında iç ve dış güçlerle mücadeleye girişti. Akkoyunlular’ la yaptığı bir savaşta öldürüldü.

En ünlü eseri Divan’ıdır. Bu eser gazel, rubai ve tuyuğlardan meydana gelmiştir.

Tuyuğ

Hakk’a şükür koçların devranıdur

Cümle alem bu demün hayranıdur

Gün batardan gün doğan yere değin

Aşk erinün bir nefes seyranıdur.

Tuyuğ: Tek dörtlükten oluşur.  Aruz vezniyle yazılır. Tuyuğ Türk edebiyatında görülen bir nazım biçimidir. Tuyuğlarda hikmetli, tasavvufi ve felsefi konular dile getirilir.

Ahmed-i Dai(Ölümü 1421):

Germiyan sahasında yetişen Ahmed-i Dai, XIV.yy. ikinci yarısı ile XV. yy. ilk yarısında yaşamıştır. II. Murat’döneminde Bursa’da ölmüştür(1421).

Edebi kişiliğini en iyi yansıtan eserleri Türkçe divanı ve Çeng-name mesnevisidir.

Dini Tasavvufi Halk Edebiyatı

İslamiyetin temel ilkelerine dayanarak nefsi arıtıp, ahlakı güzelleştirerek Allah’a ulaşma düşüncesine tasavvuf denir.

X. yüzyıldan sonra tekkeler çevresinde gelişen tasavvuf düşüncesi, dini-tasavvufi bir halk edebiyatının doğmasına yol açmıştır.

Tasavvuf hareketi Türkler arasında ilk kez Türkistan’da Ahmet Yesevi ile başlamış, daha sonra onun dervişleri aracılığıyla Anadolu’ya yayılmıştır. Onun yolundan giden Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi mutasavvıflar, eserlerinde bu düşünceyi işlemişlerdir.

Dini-tasavvufi halk edebiyatında hem hece, hem de aruz ölçüsü kullanılmıştır.

Nazım birimi genellikle heceyle yazılanlarda dörtlük, aruzla yazılanlarda beyittir.

İlahi, nutuk, devriye, şathiye gibi türler işlenmiştir.

Genelde sade bir dil kullanılmıştır. Dini, tasavvufi kavramları ifade eden kelimeler bulunsa da bunlar dilin genel karakterini değiştirecek oranda değildir.

İlahi: Dini-taasavvufi halk edebiyatında Allah aşkını konu alan şiirlere ilahi denir.İlahiye Bektaşi şairleri nefes, Mevleviler ayin derler. İlahi türündeki şiirler genellikle bestelenmiştir. İlahiler genellikle hece ölçüsüyle ve dörtlüklerle  yazılmışlardır.  Bu bakımdan halk edebiyatı nazım şekillerinden koşmaya benzerler.  Aruz vezniyle ve beyitler halinde  yazılan ilahiler de bulunmaktadır.

Edebiyatımızda ilahi yazan şairlerin başında Yunus Emre, Kaygusuz Abdal ve Aziz Mahmut Hüdayi gelir.

Aşkın aldı benden beni

Bana seni gerek seni

Ben yanarım düni güni

Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinürem

Ne yokluğa yerinürem

Aşkın ile avunuram

Bana seni gerek seni

Aşkun aşıklar öldürür

Aşk denizine daldurur

Tecelli ile doldurur

Bana seni gerek seni

(…)

Cennet cennet didükleri

Bir ev ile birkaç huri

İsteyene vergil anı

Bana seni gerek seni

Yunus çağururlar adum

Gün geçdükçe artar odum

İki cihanda maksudum

Bana seni gerek seni

İlahiler, Yunus Emre’nin şiirinde görüldüğü gibi dil yönünden genellikle sadedir. Allah aşkını konu aldıklarından duygulu ve lirik bir anlatıma sahiptir.

Nutuk: Tarikatlere yeni giren müritlere tarikat prensiplerini öğretmek ve onlara yol göstermek amacıyla mürşitlerin yazdığı şiir türüne nutuk denir.

Tasavvuf  düşüncesi tekkelerde müritlere şeyhler tarafından öğretilirdi.  Bu öğretimde şiir ve  müzik gibi sanatlar birer araç görevi görürdü. Şiirler bestelenerek okunurdu. Bu eserler içinde Allah aşkını coşku ile anlatan lirik şiirler bulunduğu gibi, sadece bazı fikirleri telkin etmeye yönelik didaktik şiirler de bulunmaktadır.

Gel olma Hakk’a asi

Ta gider gönlün pası

Dört kitabın ma’nisi

Var edep öğren edep

Gaflet içinden uyan

Edebsüz olma ey can

Edebdür aslı iman

Var edep öğren edep

Edeb gerektür ere

Ta yolu doğru vara

Edebsüz olma bre

Var edep öğren edep

Kaygusuz Abdal uyan

Aşkı bil, aşka boyan

Şöyle dimüşdür diyen

Var edep öğren edep


[1] Türk Dili ve Ed.Ans. C:2, Dergah Yay., İstanbul 1977

[2] Nihat Sami Banarlı, Edebi Bilgiler, İstanbul 1948, s.134

[3] Banarlı, Edebi Bil., s.135

[4] Dergah, s.263

[5] Dergah, s.  264

[6] Dergah s. 264

[7] Dergah, s.264

[8] Banarlı, Edebi Bil., s.135

[9] Türk Edebiyatı Tarihi, s.7

[10] Dergah, s.264

[11] Dergah, s. 265

[12] Türk Dili ve Ed.Ans. C:2, Dergah Yay., İstanbul 1977

[13] Nihat Sami Banarlı, Edebi Bilgiler, İstanbul 1948, s.134

[14] Banarlı, Edebi Bil., s.135

[15] Dergah, s.263

[16] Dergah, s.  264

[17] Başlangıçtan Günümüze Kadar Büyük Türk Klasikleri(C:I), Ötüken-Söğüt Yay. İst. 1985, 41

[18] F. Kadri Timurtaş, Türk Destanları, Türk Kültürü, s.33

[19] Banarlı, s. 12

[20] Ötüken, s.41

[21] Elçin, Halk Edebiyatına Giriş, s.73

[22] Ötüken, s.4ı

[23] Elçin, Halk Ed. Giriş, s. 74

[24] Elçin, Halk Ed.Giriş,, s.75

[25] Banarlı, Resimli Türk Ed. Tarihi, s. 17-22

[26] Büyük Türk Klasikleri, C:I, Ötüken Yay., s.42

[27] Elçin,  Halk. Ed. Giriş, s. 77

[28] Elçin, Halk Ed.Giriş, s.77-78

[29] Elçin, Halk Ed. Giriş, s.78

[30] Elçin, Halk Ed. Giriş, s. 78

[31]  Necla Pokolcay, İslami Türk Edebiyatı,  İstanbul 1967, s.36

[32] Cemal Kurnaz, Eski Türk Edebiyatı, Ankara 2002, s. 122-123

[33] Diyanet Vakfı, İslam Ans., s. 447

[34] İslam Ans.  S. 446-449

[35] Cemal Kurnaz, Eski Türk Edebiyatı, s.138-139

Çocuk Edebiyatı

Tanımı: Çocukların büyüme ve gelişmelerine, hayal, duygu, düşünce yeteneklerine, zevklerine hitap eden, eğitirken  eğlenmelerine  katkıda bulunan sözlü ve yazılı metinlerdir.

Çocuk edebiyatı, çocukluğun ilk dönemlerinden başlayarak bütün çocukluk dönemlerini inceler. Çocuğu bir bütün halinde kucaklar.

Çocuk edebiyatı, edebiyatın bütün alanlarını içine alır.  Ahlaki değerlerin ön plana çıkmasını sağlar.

Çocuk edebiyatını edebiyatın diğer türlerinden  bıçakla kesilmiş gibi ayırmak da mümkün değildir. Büyüklere seslenen bir çok edebiyat eserlerinin  aynı zamanda çocukların dünyasına da seslendiği bilinmektedir.

Ömer Seyfettin’in bir çok öyküsü aslında büyükler için yazılmış öyküler olmasına rağmen  bugün ilk gençlik çağı çocuklarının kitabı olarak kabul edilmektedir. Kaşağı, Falaka, And, Forsa, İlk Namaz gibi öyküleri  buna örnek olarak verebiliriz. Yine büyükler için yazılmış bir kitap olan Robinson Crusoe, İsveçli Robensonlar ve  daha bir çok Batı edebiyatı eseri günümüzde edebiyat ürünü olarak kabul edilmektedir.

Çocuk ve oyun:

Çocuk sürekli bir oyun arayışı içindedir. Oynamak, eğlenmek onun için vazgeçilmez bir tutku halidir.

 Çocuk edebiyatı da çocuk için  doğrudan bir eğlence aracıdır.  Çocuğun hayal dünyasını geliştirir, onu  mevcut durumdan kurtararak farklı dünyalara sürükler. Her şeyden önce çocuğun kendi ve etrafında  olan bitenleri fark etmesini sağlaması açısından  çocuk için vaz geçilmezdir.  Bütün bunlardan daha önemlisi  çocuk edebiyatı, çocukta  dil gelişimini sağlayan  unsurlardan biridir. Çocuğun dil gelişimine katkıda bulunur; öğrenme ve anlatma yeteneğini geliştirir. Kelime hazinesini zenginleştirir.

Büyüme ve gelişme:

İnsanın büyüme ve gelişme özellikleriyle ilgili biyolojik psikolojik araştırmalar, “bebelik” ile “ergenlik(İlk gençlik çağları)” arasında yer alan çocukluk çağının genellikle

a. İlk çocukluk çağı

b. İkinci çocukluk çağı

c. Son çocukluk çağı olarak üç alt bölüme ayırabiliriz.

İlk çocukluk çağı 2-6 yaşlarını kapsamakta ve bu çağa “oyun çağı” adı da verilmektedir.

Okul çağı olarak anılan  ikinci çocukluk çağı terimi 6-10 veya 6-12  yaşları arasındaki yaş grupları için kullanılmaktadır.

Son çocukluk çağı ise 10-13 veya 12-14 yaşlarını kapsamaktadır. Bu çağa ergenlik çağı da denilmektedir.

İnsan  ömrünün  genellikle 2-14 yaşları arasında geçen gelişme dönemine “çocukluk çağı” adı verilir. Bu çağ, öğrenim bakımından “okul öncesi” dönemi ile “temel eğitim” dönemini kapsar. Çocukluk çağında bulunanların bir bölümü imkan bulurlarsa  “yuva” ve “anaokulu”  gibi eğitim kurumlarına giderler. Zorunlu eğitim çağına gelmiş olanlar da sekiz yıllık eğitime devam ederler. Lise ve dengi  okullara devam edenler için “çocuk” sözcüğü yerine çoğunlukla “genç” sözcüğünü kullanırız.

Görüldüğü gibi çocuk edebiyatı 2-14 yaşlarındaki kimselerin ihtiyaçlarını karşılayan bir edebiyat türüdür. Gerçekten “çocuk edebiyatı”  deyimi, çocukluk çağında bulunan kimselerin hayal, duygu ve düşüncelerine  yönelik sözlü ve yazılı bütün eserleri kapsar. Masallar, hikayeler, romanlar, anılar, biyografik eserler, gezi yazıları, şiirler fen ve doğa olaylarını anlatan yazılar hep bu çerçeve içine girebilir.

Çocuklar için hazırlanan bu eserlerin yetişkinler için hazırlanan eserler gibi güzel ve etkili olması gerekmektedir.

Bu nedenledir ki çocuk edebiyatını “usta yazarlar tarafından özellikle çocuklar için yazılmış olan ve üstün sanat nitelikleri taşıyan eserlere verilen genel ad” olarak tanımlayabiliriz.

Dünyada Çocuk Edebiyatının Gelişimi

Çocuk edebiyatına ait sözlü ürünler, daha sonraki dönemlerde yazılı metinler haline getirilmiştir.

Günümüze kadar gelen ve çocuk eğitiminde kullanıldığı anlaşılan belgeler arasında tekerleme ve çocuk şarkıları bulunmaktadır. Bu metinler İngiltere’de 45 kitap halinde derlenmiştir. 13. yüzyılın başında yazıldığı düşünülen Latince belgelerin, daha sonra ünlü İngiliz edebiyatçıları tarafından İngilizce olarak düzenlendiği bilinmektedir.

Avrupa’da matbaa teknolojisi önce  Almanya ve Hollanda’da yaygınlaşmıştır. İlk basılan eserler arasında Ezop Masalları(1484) bulunmaktadır.

18. yüzyılın yarısından  itibaren J.J. Rousseau çocuklar için yazdığı kitaplarda onların hayatın  zorluklarına karşı koyacak  bir nitelikte yetiştirilmesi gerektiğini belirtir.

İngiliz edebiyatında bu dönemde iki çocuk klasiği yazıldı. Bunlardan biri Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe isimli romanıdır.  Yine aynı dönemde  on yıllık bir aradan sonra Swift tarafından kaleme alınan Guliver’in Seyahatleri isimli roman da aslında büyükler için yazılmıştır.

Fransa’da çocuk edebiyatı ile ilgili ilk çalışmanın Charles Perrualt’un klasik  peri masallarıyla başladığı kabul edilmektedir.

Charles Perrualt , Fransa’da  halk ağzından masallar derleyerek kısaltarak çocuklar için kitaplar bastırmıştır. Bunların içinde Kül Kedisi, Parmak Çocuk, Mavi Sakal, Kırmızı Başlıklı Kız, Çizmeli Kedi, Uyuyan Güzel gibi dünyaca  tanınan masallar vardır.

19. yüzyıldan itibaren çocuk edebiyatı türleri çeşitlenmiştir. İlk gençlik çağında çocukların serüven, araştırma, gezi, gözlem ve bilim kurgu türlerine duydukları ilgi yüzünden çocuk romanları yazıldığını görüyoruz.

İngiltere’de Charles Dickens’ın Büyülü Balık Kılçığı, Jules Verne’in Aya Seyahat, Deniz Altında On bin Fersah, Yeryüzünün Merkezine Seyahat romanları gibi  Kipling’in Orman’ın Öyküsü, Mark Twain’in Tom Sawyer’in maceraları  bütün dünyaya yayıldı. İsveçli Robinson Ailesi, Stevenson’un Hazine Adası, Pinokyo, Alice Harikalar Diyarında ve daha bir çok kitap 19. yüzyılda dünyanın bir çok ülkesinde basıldı. Çocuklara tarafından okundu. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte çizgi roman, çizgi film ve sinema filmi haline dönüştürlüdü.

Türkiye’de  Çocuk Edebiyatının Gelişimi:

Türkiye’de çocuk edebiyatı, dünyadaki çocuk edebiyatının gelişimiyle yakından ilgilidir. Bizde çocuk edebiyatı Meşrutiyet’ten sonra batılı eğitim anlayışının öğretmen okullarına girmesiyle kendini duyurmuştur.

fTürkiye’de ilk çocuk kitapları Şinasi, Recaizade Ekrem ve Ahmet Mithat’ın Fransızca’dan yaptıkları çevrilerdir.

19. Yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında özellikle  Ahmet Rasim,  Ahmet Mithat, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Tevfik Fikret, Ali Ekrem Bolayır, İbrahim Alaattin Gövsa, Ali Ulvi Elöve ve Aka Gündüz, çocuk edebiyatı yazarları arasında yer alır.

Özellikle  Milli Edebiyat Döneminde, çocuklarda dil bilincini geliştirmek, yeni nesilleri milli ve manevi değerler konusunda eğitmek amacıyla başta Ziya Gökalp olmak üzere , Ömer Seyfettin ve diğer milli edebiyat sanatçıları çocuklara yönelik bir çok eser kaleme alarak çocuk edebiyatımızın gelişmesinde katkıda bulunmuşlardır.

Cumhuriyetin ilanından sonra yapılan harf devrimi ile yeni bir dönem başlamıştır. Kitaplar , yeni kabul edilen harflerle basılmıştır.

Cumhuriyet dönemi bizde çocuk edebiyatının gelişmesinde diğer dönemlerden daha farklı bir çizgi takip eder. Özellikle bu dönmede çocuk daha çok önemsenir. Çocuklara yönelik bir çok etkinlikler düzenlenerek onların da toplum içinde çok özel bir yere sahip oldukları vurgulanır.

Reşat Nuri Güntekin, Mahmut Yesari, Peyami Safa, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Rakım Çalapala, Kemalettin Tuğcu gibi yazarlar, Cumhuriyet dönemi çocuk edebiyat yazarlarımız arasında önde gelen isimlerdir.

1952’den itibaren çocuklara yönelik  yazılan eserlerde, toplumsal içerikli öykü ve romanlar yer alır.

Eflatun Cem Güney Açıl Sofram Açıl ve Dede Korkut Masalları ile Doğan Kardeş Ödülünü kazanırken; 1964 yılında Vala Nurettin ve Nihal Karamağaralı’nın yazdığı Korkusuz Murat, Doğan Kardeş Ödülünü alır.

Aynı dönemde Orhan Veli Kanık La Fontaine’nin  tercümelerini ve Nasrettin Hoca’nın fıkralarını akıcı bir dille yazar.

Fazıl Hüsnü Dağlarca: Çocuk ve Allah, Açıl Sofram Açıl, Balina ile Mandalina, Okumayı Seven Ayı ve Yaramaz Sözcükler

Aziz Nesin: Şimdiki Çocuklar Harika, Üç Karagöz Oyunu, Pıtlatan Bal….

Cahit Uçuk: Kırmızı Mantarlar,  Üç Masal, Türk Çocuğuna Masallar,  Ateş Gözlü Dev,  ve Kurnaz Tilki

Cahit Uçuk, Türk İkizleri adlı eseri ile Andersen Ödülünü kazanır.

Mümtaz Zeki Taşkın tiyatro eserlerinin yanı sıra Çocuklarımıza Resimli Şiirler, Çitlembik Kız, Çocuklara Kahramanlık Öyküleri adlı eserleri yazar.

Rıfat Ilgaz: Hababam Sınıfı, Küçük Çekmece Okyanusu, Can Kurtaran Yılmaz

Mehmet Seyda: Roman ve öykü türünde Bir Gün Büyüyeceksin, Şeytan Çekiçleri,  Çikolata ve Düşleme Oyunu’nu kaleme alır.

 1966’dan sonra çocuk kitaplarında büyük bir gelişme görülür.

Talip Apaydın: Toprağa Basınca, Dağdaki Kaynak, Elif Kızın Elleri

Gülten Dayıoğlu: Fadiş, Dört Kardeştiler, Suna’nın Serçeleri ve Yurdumu Özledim’i yazmıştır.

Bizde çizgi romanının bir gelenek haline gelmesinde Suat Yalaz’ın Karaoğlan çizgi romanının ayrı bir yeri bulunmaktadır.  Kendi tarihimizden çoğu özgün olayların canlandırıldığı Karaoğlan dizisi özellikle 12-15 yaşa arası  ilk gençlik çağı çocuklarının dünyasına seslenmiştir.

1970’li yıllardan başlayarak Sezgin Burak’ın çizgi romanı olan  ve daha sonra filmleri de çekilen Tarkan, Türk tarihine ait olayları anlatan sürükleyici tefrika roman olarak önce gazetelerde yayımlanmış, sonra  haftalık dergi haline getirilmiştir.

Okuldan Önce Okumaya Hazırlık/ 12 Ekim 2004

Çocuk ve Kitap: Çocuğun masal, hikaye gibi çocuk edebiyatının önde gelen sözlü eserleriyle birlikte, kitaba karşı ilgisi pek erken yaşta başlar. Henüz ilk yaşlardaki küçükler, bulabildikleri taktirde kitapları evirip çevirmekten, sayfaları açıp kapamaktan büyük bir zevk duyarlar. Kuşkusuz  bu çağdaki çocuk için kitap sadece bir oyuncaktır. Hemen bunun arkasından  resimleri anlamaya başlayan ve bunlara bakmaktan zevk duyan çocuğun  gözünde kitap , yeni bir kimlik kazanır. Kitap artık bir oyuncak olmaktan çıkmıştır. Bu sırada ona , etrafında bulunan eşya ve karşılaştığı sahnelerle ilgili  basit resimli kitaplar verilirse  bu ilgi beslenmiş olur.

Hikaye ve Masala Karşı İlginin Uyanışı: Yaşı ilerleyen ve dili gereği kadar gelişen çocuk , masal, hikaye dinlemeye karşı da  büyük ilgi duyar. Annesinin, ninesinin veya başkasının anlattığı basit hikayelerle masaları büyük hayranlıkla takip eder. Bunların tekrar tekrar söylenmesini ister. Çocukta edebi serlere karşı ilgi işte böyle başlar. Kuşkusuz okumayı öğreninceye adar  çocuk için  hikaye ve masallardan faydalanma, hep dinleme yoluyla olacaktır.

Çocuk bir masalı  zevk alarak dinlerken olayların ve şahısların etkisinden kendisini kurtaramaz. İyi veya kötü ne gibi hareketler, şahıslar varsa onları benimser, hayat olayları karşısında  bunları kendisine örnek tutar. Davranışlarını buna göre tayin eder. Bunun için çocuklarımıza korkunç cin, peri, dev masalları anlatırsak onlarda ürkeklik ve korku hisleri uyandırılmasına sebep oluruz. Bu şekildeki eserlerin etkisiyle  çocuklar, uykularında bile masallardaki korkunç kişiler ve olaylarla karşılaşırlar.

Masal ve Hikayelerin Nitelikleri: Hangi çağda olursa olsun çocuklara anlatılacak hikaye ve masallar zevk ve neşe verecek nitelikte olmalı,  onların hayal dünyasını beslemelidir. Ayrıca bazı konuları çocuklar daha çok tercih ederler. Kahramanları çocuk veya hayvan olan hareketli olaylar onlar için ekseriya daha çekicidir.

Hikaye anlatma sanatı: Çocuklara hikaye anlatmak kuşkusuz ki bir sanattır Hikayeden zevk alınabilmesi için olayları birbirine bağlamaya  ve çocuğun seviyesine uygun bir dil kullanmaya, ses tonunu ayarlamaya ihtiyaç vardır.

Hikaye anlatan anlatacağı hikayenin ruhunu iyi kavramış olmalı, konuyu eksiksiz bilmelidir. İyi bilinmeyen hikayeler canlı ve doğal bir şekilde anlatılamaz Böyle olunca , anlatılan şeyin heyecanı , ruhu, nüktesi kaybolur.

Hikayeyi bilmek ezberlemek demek değildir. Hikayeci anlatış sırasında kendisinden de bazı hayaller katmalı, olayları, kişileri canlandırabilmelidir. Ancak klasik hikayelerin asıllarına mümkün mertebe(elden geldiğince) sadık kalınmalıdır.

Hikaye kesilmeden anlatılması, anlatan, sesinin, hareketlerinin  doğal olmasına dikkat edilmelidir. Hikaye çocuğa gerçek gibi gelmelidir. Dilin anlaşılır olması da önemlidir.

Hikayeden ahlak dersi çıkarmak çocuğa bırakılmalıdır. Aksi takdirde çocuklar anlatılanları bir öğüt gibi karşılar, zevk almazlar.

Hikaye ve masal anlatmanın önemi:

Hikaye anlatmaktan maksat, çocuğa bilgi vermek değildir. Sadece onun zevkli, hoş bir vakit geçirmesini ve hayalinin gelişmesini, muhakeme, mukayese imkanları bulmasını  sağlamaktır. Hikaye dinleyen çocukların başka kazançları da olur:

  1. Dil hazineleri gelişir.
  2.  Dikkatle dinleme alışkanlığı kazanır.
  3. İyi hikayeler çocuklara neşe, kuvvet kaynağı olur.
  4. Çocukla hikaye anlatan arasında bir yakınlık meydana gelir.

Masallar:

Masal, eskiden beri çocukların ilgisini çeken bir yazı türüdür. Genellikle olağanüstü kişilere, olaylara, serüvenlere yer verilen ve ağızdan ağza , kuşaktan kuşağa anlatılarak geçen hayal ürünü hikayelere masal denir.

Masal, her şeyden önce olağanüstü  olayların bir hikayesidir. Ve bu olayların ne zaman, nerede veya nerelerde geçtiği hemen hemen hiç  bilinemez. Başka bir deyişle  masalda  genellikle zaman ve yer kavramı yoktur. Bir masalın ilk defa nerede, ne zaman ve kimin tarafından yaratıldığı belli değildir. Bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir yerde, birisi tarafından söylenmiş, zamanla söyleneni unutulmuş ve masal topluluğun malı olmuştur.

Masal konuları genellikle padişah, kral, vezir(başbakan), şehzade(sultan, prens), fakir kız  veya delikanlı…gibi kahramanlar çerçevesinde gelişir. Bundan başka masallarda  çok kez cüce, dev, peri kızı, cin, ejderha gibi olağanüstü tipler de bulunur.

Bazen kimi nitelikleriyle gerçek insana benzeyen kimseler de karşımıza çıkar. Keloğlan gibi.

Peri masalları diye adlandırılan  edebi  masallar dışındaki masallar, yaratıcısı veya yazarı belli olmayan anonim eserlerdir.

Masal ve hikaye okumak:

Okula öncesi yıllarda çocuklara bazı masal ve hikayelerin, anlatılacak yerde, kitaptan okunması, onları okumaya teşvik bakımından faydalı olur.  Böylelikle çocuklar kitabın güzel şeyler anlattığına akıl erdirip okuma öğrenmeye karşı büyük bir istek duyarlar.

Okumayı bilmeyen veya okuma zevkine ermemiş küçüklere kitabın manasını kavratmakta geceleri aile arasında tertiplenecek okuma saatlerinin  önemi pek büyüktür.

Tekerlemeler, bilmeceler ve manzumeler:

Okul öncesinde çocukların zevk aldıkları bir malzeme de  ninniler, tekerlemeler, bilmeceler ve küçük manzumelerdir. Bebekken annesinin ninnileriyle uyuyan çocuk, daha sonraları bunları bebekleriyle oynarken kullanır. Böylelikle dil çalışması yapma imkanını kazanır.

Yine bu çağda çocuk, işittiği tekerlemelerin ahenginden hoşlanır.  Öğretildiği takdirde, bunların ritmine uyan el ve kol hareketleri yapar. Tekerlemelerin önemli tarafı  anlam değil, ritimdir. Ritim ise   özellikle çocuğun çok hoşuna gider.

Bu yaşlarda anlamı açık mısraları, birkaç kelimelik manzumeleri de sever.

Okul çağına henüz girmemiş küçüklere ninni, tekerleme, manzume öğretmek onları hem neşelendirir, hem de konuşma rahatlığı ve serbestisi sağlar.

Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa gibi memleketlerde  çocukta kitap sevgisi ve okuma arzusu uyandıracak eserler basılmaktadır. Bunlarda, konuları çocuğun yakın çevresinden ve tanınmış masallardan alınmış veya onun merakını uyandıracak renkli resimler bulunmaktadır. Bu kitapların bazılarında yalnız resim, bazılarında ise bu resimlerle ilgili  kısa açıklamalar vardır(1970).

Çocuk Edebiyatı

Tanımı: Çocukların büyüme ve gelişmelerine, hayal, duygu, düşünce yeteneklerine, zevklerine hitap eden , eğitirken  eğlenmelerine  katkıda bulunan sözlü ve yazılı metinlerdir.

Çocuk edebiyatı, çocukluğun ilk dönemlerinden başlayarak bütün çocukluk dönemlerini inceler. Çocuğu bir bütün halinde kucaklar.

Çocuk edebiyatı, edebiyatın bütün alanlarını içine alır.  Ahlaki değerlerin ön plana çıkmasını sağlar.

Çocuk edebiyatını edebiyatın diğer türlerinden  bıçakla kesilmiş gibi ayırmak da mümkün değildir. Büyüklere seslenen bir çok edebiyat eserlerinin  aynı zamanda çocukların dünyasına da seslendiği bilinmektedir.

Ömer Seyfettin’in bir çok öyküsü aslında büyükler için yazılmış öyküler olmasına rağmen  bugün ilk gençlik çağı çocuklarının kitabı olarak kabul edilmektedir. Kaşağı, Falaka, And, Forsa, İlk Namaz gibi öyküleri  buna örnek olarak verebiliriz. Yine büyükler için yazılmış bir kitap olan Robinson Crusoe, İsveçli Robensonlar ve  daha bir çok Batı edebiyatı eseri günümüzde edebiyat ürünü olarak kabul edilmektedir.

Ninni:

Anne ile çocuğun ahengini, birliğini, yakınlığını ve uyumunu sağlayan ninniler, tarih boyunca  hemen her toplumda var olmuş müzik değeri taşıyan edebi örneklerdir.

Bütün milletlerin ninnileri ölçü alındığında , Türk ninnilerinin gerek çeşitlilik, gerekse sayı itibariyle önemli bir yer işgal ettiği görülür.

Ninniler en az iki-üç aylıktan, üç-dört yaşına kadar annenin çocuğuna , onu kucağında, ayağında veya beşikte sallayarak  daha çabuk ve kolay uyutmak yahut  ağlamasını susturmak için  söylenen, bir    çeşit türküdür. Anne sesinin , çocuğunun  ağlamasına, gülmesine, konuşmasına göre ayarlar. Bu nedenle çocuk, ilk milli müzik zevkini ve tesirini, ninnilerle, anadilinde ve ana kucağında almaktadır.

Ninnilerimizin ilk şairi ve bestecisi genellikle annelerdir. Ninnilerimiz  aynı zamanda abla, teyze, hala, babaanne, dadı gibi büyükler tarafından söylenmektedir. Yine oyuncak bebeklere kız çocuklar tarafından ninniler söylenmekte, bu davranışta anne, abla, teyze gibi büyükler taklit edilmektedir.

Ninni veya nenni sözünün, Türkçede ne zamandan beri kullanıldığını kesin olarak bilmiyoruz. Karacaoğlan’ın bir dörtlüğüne dayanarak Anadolu sahasında nenneylemek şeklinin muhtemelen 15. yüzyıldan itibaren mevcut olduğunu söyleyebiliriz.

Ninnilerimizin  en belirgin yönü ninni dörtlüğünü söylemeden önce  bazı kalıplaşmış sözlerin söylenmesidir: Mesela başlarda:

Dandini dandini dan ister

E yavruma e..e…e…

Hu hu dervişler

Ninni derim, ninnisine ninnisine…

Dandini dandini dastana

Danalar girmiş bostana

Kov bostancı danayı

Yemesin lahanayı

Uyu yavrum uyu

Büyü yavrum büyü..

Sonlarda ise

E..e…e…

Nen nen nen, nen

Piş..piş..piş..

Uyu yavrum ninni

Büyü yavrum ninni

Uyusun da  büyüsün ninni

Tıpış tıpış yürüsün ninni gibi  ifadeler geçebilir.

Son olarak, kültürümüzün, edebiyatımızın zengin bir bölümünü meydana getiren ninnilerimizin bilhassa bebeklik dönemindeki tesirinin , sözlerden çok müzik yönünden önemini belirtmeliyiz.

Üç-dört yaşlarında ise annenin sevgisini , kızgınlığını, söz vermesini dile getiren ninnilerin çocuğa az veya çok etki  ettiğini söylemek mümkündür.

Ninniler devamlı söylendiğinde, çocuklardaki kelime hazinesi artar. Daha erken konuşmaya başlarlar.

Oyun Tekerlemeleri

Çocuk oyunları, eğlenme, zamanı değerlendirme , gördüklerini taklit etme, arkadaşlarına uyum sağlama,  hayal gücünü doyurma gibi özellikler taşır.

Çocukların kız ya da oğlan oluşları, oyunları ve oyun araçlarını kabaca iki kümeye ayırır. Kızlar genellikle top, ip, bebek…gibi araçlarla uygulanan oyunların çevresinde toplanır.  At, kılıç, tabanca, tüfek, güreş ve benzeri oyunlar erkek işi sayılır. Köşekapmaca, yakartop, koşu ve benzeri oyunlar kız erkek  karışımı takım oyunlarıdır.

Yağ parası mum parası

Akşam oldu kandil parası

Kömürlükte kömürlük

Hanımlara ömürlük

Merdivenden iniyor

Terlik pabuç giyiyor

Bize para veriyor

On para olsun

Yüz para olsun

Hanım abla sağ olsun.

Oooo…Eveleme geveleme

Karakuş miskin

Ne vakit geldin?

Yazın geldim

Yazılasın çizilesin

Bir tahtaya dizilesin

Al, çık

Bal, çık

Şu aradan sen çık

Çık çıkalım çardağa, yem verelim ördeğe, ördek yemini yemeden, ciyak ciyak demeden, aktım baktım, bıktım çıktım…çı-kar-dım…

Ooo!.. piti piti

Karamela sepeti

Terazi lastik

Cimnastik

İğne battı

Canımı yaktı.

Tombul kuş

Arabaya koş

Arabanın tekeri

İstanbul’un şekeri

Hap hup

Altın top

Bundan başka oyun yok…

Masal tekerlemesi: 

Bir varmış, bir yokmuş…Evveli evvel iken,  kediler berber iken…Annem eşikte, babam beşikte iken…Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…Annem düştü eşikten, alnı yarıldı kaşıktan…Annem kaptı sopayı, babam kaptı maşayı…

Karıncaya vurdum palanı….Kırk yerinden bağladım kolanı…Evvel zaman içinde bir kabadayı idim ki karıncaya biner, deveyi kucağıma alırdım….Tophane güllelerini leblebi diye yutar, minareleri boru diye belime sokardım…

Bir gün Bitpazarı’ndan geçiyordum. Baktım bir tarafı tozluk dumanlık, bir tarafı sazlık samanlık. Bir tarafta demirciler demir dövüyor denk ile, bir tarafta boyacılar boya boyuyor renk ile…Bir tarafta düşman harp ediyor top ile tüfek ile…

Masaldır bunun adı…Dinlemekle çıkar tadı…Her kim masal dinlemezse, gece rüyasına girsin kör kedi…..

Evvel zaman içinde, zenginlerden zengin bir adam varmış. Zengin adam, bir gün üç oğlunu yanına çağırarak….

Bilmeceler:

Bilmeceler, tabiat unsurları ile bu unsurlara bağlı hadiseleri, insan, hayvan, ve bitki gibi canlıları; kapalı bir şekilde belirterek bulmamızı hedefleyen kalıplaşmış sözlerdir.

Sıra sıra söğütler

Birbirini öğütler

Tabanından su çeker

Tepesinden yumurtlar (Buğday)

Varma güzel yanına

On parmağın bal olur

Tutar isen usul tut

On parmağın kan olur(Kara dut)

Akşamdan çamur

Sabahtan kömür

Kadınlar yakar

Ağalar bakar(Kına)

Altı çeşme içilir

Üstü çayır biçilir.(Koyun)

Kanadı var uçamaz

Deryalara kaçamaz

Küçücük bir evi var

Kapısını açamaz.(Tavuk)

Bir tepside iki tavuk

Biri sıcak, biri soğuk(Güneş-ay)

Hanım içeride

Saçı dışarıda(Mısır)

                     Masalımsı Eserler

Çocukların dinlemekten ve okumaktan hoşlandıkları, genellikle masal havası taşıyan; fakat kendilerine özgü nitelikleri bulunan üç eser daha vardır. Bunlar fabllar, destanlar ve efsanelerdir.

FABLLAR

Belli bir ahlak dersi vermek amacıyla meydana getirilen hayal ürünü kısa ve hareketli hayvan hikayelerine fabl denir. Fabl sözü, Latince hikaye anlamına gelir.

Çoğu manzum olan fablların başlıca amacı, belli bir ana fikri bir veya birkaç olayın yardımıyla en kısa yoldan açıklamaktır. Bundan dolayı fabllar kısadır ve şu bölümlerden oluşur:

a.Giriş bölümü: Olayın ve kahramanların tanıtıldığı bölümdür.

b. Gelişme bölümü: Olayların düğümlendiği bölümdür

c. Sonuç bölümü: Düğümün çözüldüğü bölümdür.

d. Ders bölümü: Olay ve olayların arkasında yatan ana fikrin açıklandığı bölümdür. Eskiler buna “Kıssadan hisse” derlerdi. Yani parçadan ders alma bölümüdür.

Fabllar çocuklara cömertlik yardımseverlik gibi insani davranışlar kazandırırlar. Özellikle 10-12 yaşındaki çocuklar fabl okumaktan, anlatmaktan ve dinlemekten zevk alırlar.

Bugün hala ilgiyle okunan fablların kökleri  çok eski çağlara kadar uzanır. Doğuda ilk fabl örneklerine Hint edebiyatında rastlanır. Bu türün en eski ve en ilginç örneği M.Ö. 200 yılında yazılan  Pan ça tant ra Masallarıdır.

Bu türde tanınmış  bir başka Hint eseri olan “Kelile ve Dimme” M.S. 300 yılında  Beydaba unvanını taşıyan bir bilgin-filozof tarafından meydana getirilmiştir. Eserde yurt yönetimi, felsefe ve eğitimle ilgili sorunlar ele alınmıştır.

Doğu edebiyatında bir başka ünlü eser de Şeyh Sadi(1213-1292)’nin 1258 yılında yazmış olduğu “Gülistan” adlı eseridir.

Batıda ilk fabl yazarı olarak Firikyalı Ezop gösterilir. Ezop , baskıcı bir yönetim altında düşüncelerini küçük hayvan hikayeleri ile anlatmıştır.

Fransız şairi Jean de La Fontaine(1621-1695)  bu alanda büyük bir üne  ulaşmıştır. La Fontaine’nin manzum hayvan hikayeleri hemen hemen bütün dillere çevrilmiştir. Orhan Veli Kanık, bu hikayeleri Türkçeye çevirmiştir.

DESTANLAR:

Masalımsı edebiyat eserlerinden biri de destandır. Daha çok eski çağlara ilişkin kahramanlık hikayelerini, ulusların, Tanrıların  ve ünlü yiğitlerin serüvenlerini veya savaşlarını anlatan uzun manzum eserlere destan(epope) denir.

Ulusların oluşumu sırasında meydana gelen ve bağlı bulundukları ulusların en eski edebiyat ürünleri sayılan destanlarda, masallarda olduğu gibi olağanüstü olaylar ve olağanüstü kişilerin başlarından geçen serüvenler anlatılır.

Bazı destanlar ulusların hangi soydan geldiğini anlamamıza yardım eder.

Destanların kaynağı doğa olayları, büyük savaşlar veya kimi kahramanlar arasında geçen amansız mücadelelerdir.

Türk ve Dünya Edebiyatında Destanlar:

Babillilerin milli destanı olan Gılgameş, Sumer mitoslarına dayalı bir mezopotamya şiiri olarak en eski destan örneği diye kabul edilir. M.Ö. 2000 yıllarına ait olduğu sanılan destanda Güney Babilonya şehirlerinden Uruk’un beyi Gılgameş’in savaşlarını konu edinir.[1]

Homeros’un  İlyada ve Odysseia destanları Yunan dünyasının temel eserleri arasındadır. İlyada bir olayın destanıdır. Anadolu’daki Troya şehrine Yunan sitelerinin ortaklaşa düzenledikleri seferi ve hileli zaferi anlatır. Odysseia bir kişinin destanıdır.  Troya Savaşı’ndan  sonra İthake kralı Odysseus’un büyük güçlükleri aştıktan sonra karısına ve evine kavuşmasını hikaye eder.

Latinler’in Aeneis’i(M.Ö. I. Asır/ Vergilius), Fransızlar’ın Chanson de Roland’i (M.S.XII), Almanlar’ın Nibelungen ve Gudrun destanları(M.S. XIII), Finlilerin Kalevela’sı, Hintliler’in Ramayana, Mahabarata’sı, İranlılar’ın Şehname’si (Firdevsi/ XI. Asır.) bu türün belli başlı örnekleri arasında sayılabilir.[2]

Görüldüğü gibi bazı destanlar o milletin şairleri tarafından yazılmıştır. Yunan şairi Homer’in İlyada ve Odise’si, İran şairi  Firdevsi’nin Şehnamesi böyle destanlardır. Bazı milletlerin destanları  bir şair  tarafından yazılmamış, bir araştırıcı tarafından toplanmıştır. Finlilerin Kalevala’sı  böyle bir destandır.[3]

Destanlar, efsanelere konu edilerek hayli değişikliğe  uğramış tarihi olayların izlerini taşırlar.

İslamiyet öncesi Türk destanları birbirini takip eden altı bölüme ayrılır:

  1.   Yaratılış destanı
  2.    Saka Destanları:

a. Alp Er Tunga

b. Şu destanı

  •   Kun-Oğuz Destanları
  •   Köktürk destanları[4]
    •    Bozkurt Destanı
    •   Ergenekon Destanı
  •    Siyen-pi destanı
  •    Uygur Destanları
    •   Türeyiş Destanı
    •   Manihaizm’in Kabulü
    •  Göç Destanı[5]

Bu destanlar içinde “Göç” destanının büyük bir önemi vardır. Göç destanında toprağın kutsallığı anlatılmaktadır.

“Uygur ilinde Hulin dağında Tuğla ve Selenge  adlı iki ırmak akıyordu. Bir gece bu iki ırmak arasındaki ağacın üzerine gökten bir ışık indi. Ağaç zamanla şişti, ortası yayıldı, beş çocuk çıktı. En büyükleri Bögü Tigin idi. Halk, Tanrı tarafından gönderilen bu çocukları büyüttü.  Bügü büyüyünce hakan oldu. Bügü’den sonra başa geçenlerden biri olan Gali Tigin bir Çin Prensesiyle  evlenmek suretiyle  Çin düşmanlığını ortadan kaldırmak istedi.

Prens, sarayını  Hatun dağına kurdurdu. Bu dağda kutlu bir kaya  vardı. Hatun dağının saadeti bu kayaya bağlı idi. Çinliler bu kayayı istediler. Gali Tigin bu kayayı verdi. Çinliler kayayı ısıtıp üzerine sirke döktüler. Parçalanan kayayı ülkelerine taşıdılar. Bu hadiseye kuşlar, hayvanlar ağladılar. Memleketi felaket kapladı. Toprak yiyecek vermez oldu. Beşbalık’a göç ettiler.”

Bu rivayet, 840 tarihinde Kırgızlar’ın hücumu ile güneye göçe mecbur kalan Dokuz Oğuz Uygurlar’ın hayatını anlatıyor.[6]

 EFSANELER

Tarih, toplum ve doğa olaylarının olağanüstü ve akıl dışı  açıklama ve yorumlarla anlatıldığı hikayelere efsane denir.

Efsaneler, halkın hayalinden doğarak  gelişen hikayelerdir. Başlangıçta daha çok doğaüstü davranışlarıyla ünlü din adamlarının (Peygamberlerin, azizlerin, evliyaların)  başlarından geçenler, dünyanın kuruluşu, ahretle ilgili inançlar  efsanelerin konusu olmuştur.

Genellikle tarihten önceki çağlarda  yaşamış olan insan toplulukları kendilerine özgü çeşitli efsaneler meydana getirmişlerdir. Halk masalları ve destanlar gibi efsaneler de belli bir yerde yaşayan halkın  ortak yaratıcılığıyla meydana gelen sözlü edebiyat eserleridir.

Türkler Orta Asya’da  çeşitli efsaneler yaratmışlardır. Anadolu’ya yerleştikten sonra da yurdumuzun türlü köşelerinde yaşayan halkımız ilginç efsaneler yaratmışlardır.

Efsaneler, hayale ağırlık veren, ulusal veya yerel bir çok olayları  renkli ve çekici anlatımla dile  getiren özellikleriyle çocukların hoşuna gider. Çoğu efsaneler genç okurlara, sıkmadan ve hatta hissettirmeden bir takım önemli tarihi bilgiler verir, tarih zevkini aşılar. Çocukların hayvanlar, bitkiler, yıldızlar … üzerine  sordukları sorular efsanelerin yardımıyla onların hayal gücünü geliştirecek biçimde karşılanabilir.

HİKAYE VE ROMANLAR

Hikaye ve roman bir edebiyat türü olarak temel özellikleri bakımından birbirine çok benzer. Hikaye ve roman edebiyatın en önemli türleri arasında yer alır.

Hikaye: Olmuş ya da olabilecek olayları anlatan edebiyat türüne hikaye denir.

Hikayenin yapısını oluşturan dört öğe vardır: Olay, şahıs, yer ve zaman.

Hikayenin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Romandan kısa olması, dar bir zaman parçasını kapsaması, kişilerin sayıca az olması, kişilerin yaşayışının bir yönünün anlatılması.

Roman: Olmuş veya olabilir olayları ayrıntılı bir şekilde anlatan edebiyat türüne roman denir.

Romanın amacı, çeşitli yaşantılar içindeki insanı anlatmaktır. Masal ve destanlar da aynı amacı taşımakla beraber, hayal dünyasına daha çok yer vermişlerdir. Bu nedenli insanı gerçek yönleriyle romanda görebiliriz.

EFSANELER

Tarih, toplum ve doğa olaylarının olağanüstü ve akıl dışı  açıklama ve yorumlarla anlatıldığı hikayelere efsane denir.

Efsaneler, halkın hayalinden doğarak  gelişen hikayelerdir. Başlangıçta daha çok doğaüstü davranışlarıyla ünlü din adamlarının (Peygamberlerin, azizlerin, evliyaların)  başlarından geçenler, dünyanın kuruluşu, ahretle ilgili inançlar  efsanelerin konusu olmuştur.

Genellikle tarihten önceki çağlarda  yaşamış olan insan toplulukları kendilerine özgü çeşitli efsaneler meydana getirmişlerdir. Halk masalları ve destanlar gibi efsaneler de belli bir yerde yaşayan halkın  ortak yaratıcılığıyla meydana gelen sözlü edebiyat eserleridir.

Türkler Orta Asya’da  çeşitli efsaneler yaratmışlardır. Anadolu’ya yerleştikten sonra da yurdumuzun türlü köşelerinde yaşayan halkımız ilginç efsaneler yaratmışlardır.

Efsaneler, hayale ağırlık veren, ulusal veya yerel bir çok olayları  renkli ve çekici anlatımla dile  getiren özellikleriyle çocukların hoşuna gider. Çoğu efsaneler genç okurlara, sıkmadan ve hatta hissettirmeden bir takım önemli tarihi bilgiler verir, tarih zevkini aşılar. Çocukların hayvanlar, bitkiler, yıldızlar … üzerine  sordukları sorular efsanelerin yardımıyla onların hayal gücünü geliştirecek biçimde karşılanabilir.

Roman ve Hikaye Arasındaki Farklar:

Roman ve hikaye arasında olay, kişiler, zaman ve çevre yönünden farkları şöyle özetleyebiliriz.

Roman oluşum halinde iç içe olaylar dizisidir. Olayların gelişimini adım adım izleriz. Kişinin bir ömürlük serüveni veya büyük bir yaşantı kesiti romanın çerçevesine girer.  Hikaye, bir küçük olay üzerindedir.

Romanda kişi sayısı çok, hikayede  ise azdır. Hikayenin kahramanı tek kişi olabilir. Romandaki geniş kadro içinde  iki-üç kişi olaylar dizisinde daima ön plandadır. Roman kahramanları arasında esere adını veren ve ölümsüzleşen tipler vardır. Don Kişot, Goriot Baba, Madame Bovary, Robinson Crusoe gibi.

Romanda derin bir zaman koridoru vardır. Bu zaman bir ömrü kapsayabilir.  Hikaye ise yaşantımızın bir anı içine sığdırılmıştır.

Roman, çevre yönünden daraltılmış değildir. Kahramanlar, değişik kentler ve ülkelerde serüvenini yaşayabilir. Hikayenin kahramanı ise sınırlı bir çevrenin insanıdır.

Çocuklar hikaye ve romanlarda çeşitli konulara ilişkin olarak çözülmesini gerekli gördükleri bir çok sorunların  karşılığını, olayların “neden” ve “niçin”ini  açıklayan bilgileri, görüş ve  yorumları bulabilirler. Hikaye ve romanlar, çocukların  sınırlı hayat tecrübelerini  zenginleştirir. Türlü insan tipleri üzerinde düşünmelerine imkan sağlar., geliştirmekte oldukları değer yargılarının daha açıklık kazanmasına yardımcı olur.Böylece çocukların içinde yaşadıkları toplumsal ve kültürel ortama  uymalarını büyük ölçüde kolaylaştırır. Bunun dışında, hikaye ve romanlar çocukların kendi ülkelerindeki insanları geçmişleriyle tanımalarını kolaylaştıracağı gibi onlara başka kıta ve ülkelerde yaşayan insanlar üzerine  bilgi ve görüş kazandırır. Okuma alışkanlığı ve zevkinin gelişmesinde hikaye ve romanların önemi büyüktür.

Olayların anlatımı:

Olaylar genellikle üçüncü kişi ağzıyla, kimi zamanda birinci kişi ağzıyla anlatılır.

Roman kişilerinin birinin ya da birkaçının yazdığı anı defteri biçiminde anlatılır.

Roman kişilerinin birbirlerine  gönderdikleri mektuplarla anlatılır.

Roman türünün gelişimi:

Roman, diğer edebiyat türleriyle karşılaştırıldığında, oldukça yeni bir türdür. Nitekim roman sanatının ilk başarılı örneği sayılan Don Kişot 17. yüzyılın ürünüdür. Roman türü asıl 18. ve  19. yüzyılda gelişmiştir. Böylece roman sanatı 19. yüzyılda özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya’da önemli bir gelişme göstermiştir.

1950-1960’lı yıllar roman alanında yeni gelişmelerin olduğu dönemdir. Post-modernist adı verilen çağdaş roman akımı klasik gerçekçi roman anlayışını reddeder. Post-modernistlere göre romanın işlevi, insan, toplum ya da dünya hakkında görüşler bildirmek, gerçekliği yansıtmak değildir.

Konularına göre romanlar:

Macera romanları: Anlatılan olaylar ve kişiler olağanüstüdür. Alexander Dumas’ın Üç Silahşörler’i bu türün en başarılı örneğidir.

Tarihi Romanlar: Konusunu geçmişten, tarihsel olay ve geçmişten alan romanlardır. Namık Kemal’in Cezmi, Mithat Cemal’in Üç İstanbul adlı romanları gibi.

Tahlil romanı: Buna psikolojik roman da denir. Esas olan insan ruhunun derinlemesine incelenmesidir. Mehmet Rauf’un Eylül, Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu birer tahlil romanıdır.

Yaşamöyküsel roman: Bu romanda öykü, gerçekten yaşamış  bir insanın karakteri üzerine temellendirilir. Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Roman bu türün başarılı bir örneğidir.

Töre romanı: Bir toplumun belli bir dönem  ve çevre içindeki gelenek ve göreneklerini yansıtan romanlardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanları genelde bu türdendir.

Sosyal roman: Bir toplumun sosyal sorunlarını ortaya koyan romanlardır. Yaşar Kemal’in İnce Memet adlı romanı gibi.

Egzotik roman: Konuları yabancı ülkelerde geçen romanlardır. Refik Halit Karay’ın Nilgün adlı romanı gibi.

İşlenişlerine göre romanlar:

Romantik roman: Romantizm  akımının etkisi altında yazılan romanlardır. Victor Hugo’nun Sefiller adlı romanı gibi.

Realist(Gerçekçi) roman: Konularını günlük hayattan seçer. Balzac’ın Goriot Baba, Tolstoy’un Savaş ve Barış adlı romanları gibi.

Natüralist roman: Hayatı tam bir  nesnellikle anlatan romanlardır. Emile Zola’nın Germinal adlı  romanı gibi.

Fantastik roman: Bizim gerçek  dünyamızla birlikte, onun ötesinde doğa yasalarından farklı olan ikinci bir dünyanın varlığını kabul eden romanlardır.  Bu romanlarda olağanla olağandışı bir aradadır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani adlı romanı gibi.

Çocuk Hikaye ve Romanları

Çocukların okuduğu roman ve hikayeler konuları, temaları ve kişileri ele alış bakımından çok çeşitlidir.

Yakın çevre ile ilgili hikaye ve romanlar: Aile, sokak, mahalle ve okul hayatını anlatan ve kişileri daha çok çocuklar arasından seçilen hikaye ve romanları okumaktan çocuklar zevk duyarlar. Kız çocuklar özellikle  aile üyeleri arasındaki ilişkileri konu alan ve büyük anne, büyük baba teyze…gibi bir ailenin yaşlı kişilerini tasvir eden eserlere ilgi duyarlar. Erkek ve kız çocuklar arasındaki ilişkileri anlatan hikayeler kadar, bir mahallenin  renkli kişilerinin (Hoca Anne-Deli Hilmi ve bekçi, bakkal, postacı, çöpçü, sokak satıcısı…) başlarından geçenleri izlemek, okul hayatı ile ilgili olaylardan oluşan, hikaye ve romanları okumak genç okurların hoşuna gider…. Ferenc Molnar, Pal Sokağı’nın Çocukları,  Elanor H.Porter’in Pollyanna’sı ve George Sand’ın Köyün İkizleri….

Hayvan Hikaye ve Romanları: Bunlar, hayvanların hayatını sağlam  gözlemlerle ve dikkatli incelemelere dayanarak bir hikaye ve roman çerçevesi içinde anlatan eserlerdir. Özellikle çocuklar için yazılan eserlerde hayvanların sahiplerine bağlılığı, çalışkanlığı, cesurluğu, tokgözlülüğü üzerinde durulur. Bir takım hayvanların beslenmesi, çoğalması ve yaşayışına ilişkin ilginç  gözlemler  ayrıntılı; fakat  okuyucuyu sıkmayacak biçimde  bu gibi eserlerde yer alır. Küçük çocuklar kedi, köpek gibi evcil hayvanların başlarından geçenleri; aslan, kaplan, timsah gibi yırtıcı hayvanların yaşayışlarını ve kuşların özelliklerini anlatan hikaye ve romanları heyecanla okurlar. Bu alanda Jack London’un  Kurt Kanı ve Cambazhane Köpeği; Rudyard Kipling’in “Ormandaki Kavga” Comtess de Segur’un  Bir Eşeğin Hatıraları, Eric Knigt’ın  Yuvaya Dönüş adlı eserleri çok sevilen çağdaş çocuk kitapları arasında yer almıştır.

Mizahi Hikaye ve Romanlar: Gülmek, eğlenmek ve hoş vakit geçirmek çocukların doğal ihtiyacıdır.  Olayları, gerçekleri ve kişileri şaka ve takılmalara süsleyip anlatan güldürücü hikaye ve romanlar  çocukların bu ihtiyacını büyük ölçüde karşılar. Bu alanda klasikleşmiş eserlerin başında Cervantes’in Don Kişot romanı gelir. Comtess de Segur’un Sophie’nin Başına Gelenler güldürücü bir roman örneğidir. Aziz Nesin’in, çocukları için yazdığı hikayelerini Uyusana Tosunum(1971) adlı bir kitapta toplamıştır.

Masalımsı yönü ağır basan Carlı Collodi’nin Pinokyo’su  da mizahi bir eserdir.

Serüven (macera) hikaye ve romanları: Çocukların  hemen hemen  her yaşta okudukları eserler arasında serüven hikaye ve romanları başta gelir. Çocukların hareket ve heyecan ihtiyacını karşılayan bu tür eserlerde hayale, entrikaya, tehlikeli ve esrarlı olaylara  ruhsal gerilimleri yansıtan durumlara ve beklenmedik sonuçlara geniş yer verilir. Çocukları olumlu yönde etkileyen bu tür hikaye ve romanlar  okuma hızını artırır, hayal ve düşünce ufkunu genişletir.

Bu tür hikaye ve romanlara erkek çocuklar, kız çocuklara göre daha çok ilgi duyarlar. Özellikle deniz hayatı, korsanlık, defne arayıcılığı, bilinmeyen veya uzak ülkelerin  keşfi, balta girmemiş ormanlarda yapılan yolculuklar  küçük okurların aradıkları konulardır.

Çocuklarca çok sevilen macera romanları şunlardır: Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe, Stevenson’un Define Adası ve Kaçırılan Çocuk, Jules Verne’in “Aya Seyahat ve Seksen Günde Devrialem; Türk yazarlarından Huriye Öniz’in Köprü Altı Çocukları’nı sayabiliriz.

Duygusal hikaye ve romanlar: Bazı hikaye ve romanlar, çocukların iç dünyalarında duygusal izlenimler uyandırma amacını güder. Bu tür eserlerde olaylar, kişilerin davranışları ve tüm insan ilişkileri çocuklarda sevgi, acıma, kızgınlık veya tiksinme duyguları uyandıracak biçimde işlenir; içli ve duygulu bir dil kullanılır. Özellikle kız çocuklar bu gibi eserlere karşı büyük ilgi  gösterirler.

Duygusal hikaye ve romanlara örnek olmak üzere  Saint Pierre’in Pol ve Virjini, Charlotte Bronte’nin Jane Eyre ve Johanna H. Spyiri’nin Heidi adlı eserini sayabiliriz.  Cahit Uçuk’un Türk İkizleri adlı romanı da duygusal romanlar arasına girer.

Tarihi hikaye ve romanlar: Konuları, kişileri ve bu kişilerin başından geçenler bakımından gerçek  tarihi olaylarla ilgisi bulunan  hikaye ve romanlar bu bölüme girer.

Tarihi hikaye ve romanlar çocuklarda yurt ve ulus sevgisini uyandırmaya ve geliştirmeye, ulusal bilinci güçlendirmeye yaradığı gibi tarih derslerinde çok kez kısaca geçilen önemli olayların veya üzerinde gereği kadar durulmayan tarihi kişilerin yakından tanınmasına ve anlaşılmasına imkan sağlar. Bu tür eserler on üç  veya on dört yaşlarından sonra erkek çocuklar büyük ilgi duyarlar.

 Ömer Seyfettin’in bazı hikayeleri konusunu tarihi olaylardan ve kişilerden almıştır. Eserleri  eski ve yeni kuşaklarca okunan bir başka yazarımız da Abdullah Ziya Kozanoğlu’dur. Kozanoğlu’nun bazı kitapları şunlardır: Kızıltuğ, Atlı Han, Türk Korsanları, Gültekin…. Ahmet Refik Altunay da  Türk Akıncıları, Viyana Önünde Türkler adlı eserleri yazmıştır. 

Reşat Ekrem Koçu,  Murat Sertoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi  gibi yazarlarımız da tarihi romanlar yazmışlardır.

Gezi hikaye ve romanları: Çeşitli ülke ve kentlerin doğal güzelliklerini, türlü insan topluluklarının değişik yaşayışlarını  anlatan serlerdir. E. Granstroem’in Issız Adada Bir Yıl,  Thor Heyerdahl’ın Kon-tiki, Eloise’nin çocuklar için sadeleştirdiği Marko Polo adlı eserlerini örnek olarak gösterebiliriz.

Edebiyatımızda çocuk hikayesi ve romanı

Roman ve hikaye sözcüğü edebiyatımıza Tanzimat’la birlikte girmiştir. Ahmet Mithat Efendi, Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Samipaşazade Sezai, Halit Ziya Uşaklıgil, A.Hikmet Müftüoğlu  ilk hikaye ve roman yazarlarımız arasında ün yapmış kişilerdir.

Daha sonraki yıllarda  Ömer Seyfettin, Y.Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Mahmut Yesari, Memduh Şevket Esendal, Aka Gündüz, Reşat Nuri Güntekin hikaye ve roman türünde değerli eserler vermişlerdir.

Büyükler için yazılan hikaye ve romanlar çocuklarımız tarafından da uzun yıllar okunmuştur. Günümüzde de roman ve hikayeleri zevkle okunan yazarlarımız şunlardır:

Kemalettin Tuğucu: Küçük Mirasyedi, Sokak Köpeği, Dağdaki Yabancı, Şeytan Çocuk.

Mehmet Seyda: Birgün Büyüyceksin, Şeytan Çekiçleri, Ölümsüz Dostluk

Talip Apaydın: Toprağa Basınca, Dağdaki Kaynak

Mükerrem Kamil Su: Mutluluk, Olaylar Gemisi

Gülten Dayıoğlu: Kırmızı Bisiklet, Fadiş, Dört Kardeştiler, Suna’nın Serçeleri

Kemal Bilbaşar: Yonca Kız, Kurbağa Çiftliği

İbrahim Örs: Cambazlar Kralı, Almanya Öyküsü

Mümtaz Zeki Taşkın: Balık Çocuk, Çitlenbik Kız, Örkedek Ömer

Çocuk hikaye ve romanlarında aranılan nitelikler:

Konular çocukların ilgilerine, hayat tecrübelerine ve kavrayış güçlerine uygun olmalıdır.

Çocukların düşüncesine uyan sade ve gerçekçi bir plan hazırlanmalıdır.

1.Hareketli olaylar mantıklı bir sonuçla bitmelidir.

2.Ayrıntılar çocuğun dikkatini dağıtmamalıdır.

3.Şahıslar gerçek hayattan alınmalıdır.

4.Paragraflarda kısa cümlelerle kullanılmalıdır.

5.Hikayelerde sürükleyici bir anlatım olmalıdır.

6.Bol ve canlı konuşmalara yer verilmelidir.

7.Çocukların seviyesine uygun ruh tahlilleri yapılmalıdır.

8.Güldürücü sahnelere ve konuşmalara yer verilmelidir.

9.Ayrıntılar çocukların ilgisini çekmelidir.

10.Her durumun heyecanlı yanları belirtilmelidir.

11.Metinle ilgili güzel ve anlamlı resimler konmalıdır.

Çocuklara hikaye anlatma:

Çocuklar için masal ve hikaye dinlemek bir ihtiyaçtır. Anneler, babalar, öğretmenler  zaman zaman masal ve hikaye anlatma gereğini duyarlar. Özellikle okul öncesi eğitim kurumlarında çalışan öğretmenler ve ilkokul öğretmenleri görevleri sırasında çocuklara sık sık hikaye anlatırlar.

Hikaye ve masal  anlatmak rast gele bir iş değildir. Eğitsel bir amaca erişmek için  bir takım kurallara dikkat etmek şarttır. Bu kurallar:

a.Hikaye ve masalın seçimi

b.Anlatmaya hazırlık

c.Hikaye ve masal  anlatırken dikkat edilecek hususlar olmak üzere üç aşamada düşünülmelidir.

BİYOGRAFİLER

Çocuklar bilim, fen, sanat, spor, askerlik veya devlet yönetimi gibi alanlarda ünlü kimselerin yaşayışlarını ayrıntılarıyla öğrenmek isterler. Onların bu istekleri  biyografi adını verdiğimiz edebiyat türüyle  karşılanabilir.

Biyografi: Yaşayış ve yaptıklarıyla ün kazanmış önemli kişilerin  hayatlarını belgelere dayalı olarak  inceleyen eserlere biyografi denir.

Bu gibi eserleri okuyan çocuklar, büyük adamlara karşı hayranlık ve saygı duymaya başlarlar, yurtseverlik duyguları güçlenir. Kimi yazarlar, sanatçılar, devlet adamları ise hayat hikayelerini kendileri yazıp anlatırlar. Bu tür eserlere “otobiyografi” denir. Çocuklar bu gibi eserleri de aynı zevk ve ilgiyle okurlar.

Çocuklar yalnız kendi ulus ve ülkelerine mensup büyük adamların hayat hikayelerini okumakla yetinmezler. Başka ulusların yetiştirdiği, insanlığa hizmet etmiş ve ortaya koydukları eserlerle hala hatıraları yaşamakta olan ünlü kişilerin de yaşayışlarını öğrenmek isterler.

Çocuklar bu tür eserleri okuya okuya genel kültürlerini artırmış, düşünce sınırlarını genişletmiş olurlar.

Biyografik eserlerde yazarların anlatımı renkli ve çekici olmalıdır.

Küçük çocukların okumaktan hoşlandıkları bir biyografi türü de romanlaştırılmış biyografidir.

Bizde  çocuklar için biyografi türünde eser yazılması çok yakın zamanlarda başlamıştır.

Ahmet Refik Altınay’ın “Mimar Sinan”, Rakım Çalapala’nın Mustafa-Atatürk’ün Romanı, Ziya Taluy’un Tiryaki Hasan Paşa, Şükrü Enüs Egü’nun Onlar da Çocuktu, Mehmet Aydın’ın Meşhur Olan Fakir Çocuklar  adlı eserleri özellikle çocuklar için yazılmış biyografilerdir.

ANILAR

Bir kimsenin kendi  başından geçen veya tanık olduğu olayları ve durumları anlatan yazılara anı/hatıra denir.

Günü gününe  tutulan anılara “günlük” adı verilir.

Anılar, sadece belli kişilerin serüvenlerini, düşünce  ve gözlemlerini dile getirmekle kalmazlar, aynı zamanda o kişilerin yaşadıkların çağların toplumsal durumunu ve özelliklerini de yansıtırlar. Bu bakımdan anılar çok kez okurların bir takım olayları daha kapsamlı ve canlı olarak öğrenmelerine yardım ederler.

Anı türünde yazılmış eserlerle hikaye ve roman türünden eserler arasında ilk bakışta bir benzerlik görülürse de  ani ile hikaye ve roman arasında büyük ayrılıklar vardır. Anılar yaşanmış olaylardan meydana gelir. Hikaye ve romanlar hayal gücüne dayanır. Anı yazarlar zaman zaman hatıralarını belgelerle pekiştirirler.

Halit Ziya Uşaklıgil’in Kırk Yıl, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Edebi Hatıralar, Halide Edip Adıvar’ın Türk’ün Ateşle İmtihanı anı türündeki eserlerdir.


[1] Dergah s. 264

[2] Dergah, s.264

[3] Banarlı, Edebi Bil., s.135

[4] Başlangıçtan Günümüze Kadar Büyük Türk Klasikleri(C:I), Ötüken-Söğüt Yay. İst. 1985, 41

[5] F. Kadri Timurtaş, Türk Destanları, Türk Kültürü, s.33

[6] Elçin, Halk Ed. Giriş, s.78-79

Kitaplarım

Anadolu Aleviliğinde Sivas Örneği

Eser daha çok kaynak şahıslardan derlenmiş,  yıllarca yapılan alan çalışması sonucu ortaya çıkmıştır. Anadolu Aleviliği oldukça geniş kapsamda incelenmiştir. Eser 421 sayfa olup 13,5×21 cm boyutlarındadır. 2017 yılında yayınlanmıştır.

Belediye Köftesi (Hayvan Hikayeleri)

Bu eserin yazılış nedeni  okuyuculara “hayvan sevgisi”  vermektir.       Kitaptaki hikayeler gerçek hayattan alınmıştır. Kitapta 20 hayvan hikayesi yer almaktadır. Kitap 93 sayfa olup, 13.50 x 19.50 cm. boyutlarındadır. Eser 2017 yılında yayınlanmıştır.

Sivas Yöresinde Geleneksel Bayramlar
ve Toplu Törenler

Eser Sivas yöresindeki geleneksel bayramları ve toplu törenleri tanıtmak amacıyla yazılmıştır. Bunlar: Bahar bayramları, Çoban bayramları, Tarıma bağlı törenler, Hayvancılığa bağlı törenler ve diğer törenler başlığı altında toplanmıştır. Eser 124+10 sayfa olup 50×24 cm boyutlarındadır. Kitap ”Sivas 1000 temel eser” serisinin 18. kitabı olarak 2010 da yayınlanmıştır .

Sivas Efsaneleri

Eser, Sivas efsanelerini tanıtmak amacıyla hazırlanmıştır. Eserin giriş bölümünde efsaneler hakkında bilgi verilmiş; daha sonra Akıncılar, Altınyayla, Divriği, Doğanşar, Gemerek, Gölova, Gürün, Hafik, İmranlı, Kangal, Koyulhisar, Sivas merkez ilçe, Suşehri, Şarkışla, Ulaş, Yıldızeli ve Zara’da söylenen 385 efsane anlatılmıştır. Yine bu eserde genel efsaneler üzerinde durulmuş, bibliyografya ve indeks verilmiştir. Kitap 389 sayfa olup, 16.5ox24.00 cm. boyutlarındadır. 2001 yılında Sivas Dilek Matbaasında basılmıştır.

Sivas Yöresi Geleneksel El Sanatları

Sivas Yöresi Geleneksel El Sanatları, belki her yönüyle tam yada tama yakın bir monografi değilse de bir arayış, tespit ve aktarma serüveninin içtenlikle kaleme alınmış örneklerini, Kutlu ÖZEN’ in (şüphesiz konuk ettiği, yararlandığı kaynak kişilerin de) bilgi, beceri, uygulama, öğrenip öğretmeye ve özüne, sözüne, davranışlarına yansıyan “kişisel” doğallıkla örülmüş 40 yıllık birikiminin sonuçlarını bir araya getiriyor. Bu sonuçların geleneksel el sanatlarına yaptığı, yapacağı katkı ortada… Bunun bir de Türk Dili ve “Türkçe Sözlük” boyutu var ki bunun da ip uçları ve kanıtları, sayfalarda ve kavram zenginliği ile dikkati çeken “Dizin” de gizli…..

Aşık Feryadi
(Kadir Pürlü ile birlikte)

Daha önce Güldane’yi hazırlayan Kutlu Özen, müşterek eserinde Sivas Baharözü köyü doğumlu Feryadi(1914-1987)’nin hayati, edebi kişiliği üzerinde durmuş ve 169 şiirine yer vermiştir. Kitap 13.50 x 19.50 cm. boyutlarında olup 320 sayfadır. 1996 yılında Sivas, Dilek Matbaasında basılmıştır.

GÜLDANE/ Aşık Feryadi

Güldane adli eser, Sivas Baharözü köyü doğumlu Aşık Feryadi’nin hayatını ve şiirlerini tanıtmak amacıyla hazırlanmıştır. Kitapta Feryadi’ye ait 35 şiir bulunmaktadır. Kitap, 80 sayfa olup 13.50 x 19.50. cm. boyutlarındadır. 1983 yılında Sivas, Dilek Matbaasında basılmıştır.

Öğrencilerimle Başbaşa

Cumhuriyet Üniversitesinde okuyan öğrencilerin kompozisyon ödevleri değerlendirilmiş, ilginç bulunanlar kitaba alınmıştır. Kitap iki bölümden ibarettir. Birinci bölümde Kutlu Özen’in hayat hikayesi, ikinci bölümde öğrencilerin sorunları yer almıştır. Kitap 91 sayfa olup, 16.50 x 24.00 cm. boyutlarındadır. 2003 yılında Sivas Dilek Matbaasında basılmıştır. Kitapta samimi bir ifade kullanılmıştır.

Divriği Yağbasan Köyü Folkloru -Muallim Halil Sami (1927 – 1931)

Divriği Yağbasan köyünde muallimlik/öğretmenlik yapan Halil Sami,1927-1931 yılları arasındaki folklor derlemelerini 20.00 X 28.00 cm. boyutlarındaki 114 sayfalık bir defterde toplamıştır. Defter, 2003 yılında Kutlu Özen tarafından bilgisayar ortamına aktarılmış ve 2003 yılında Sivas Dilek Matbaasında basılmıştır. Kitap iki bölümden ibaret olup birinci bölümde Muallim Halil Sami’nin Yağbasan köyü derlemeleri, ikinci bölümde çeşitli dergilerde çıkan yazıları/makaleleri yer almıştır.

Aşık Veysel Selam Olsun Kucak Kucak

Eser, Aşık Veysel’in 25.ölüm yıldönümü nedeniyle hazırlanmıştır. Altı bölümden oluşan eserin birinci bölümünde Aşık Veysel’in hayati, ikinci ve üçüncü bölümlerde yazarın makaleleri, dördüncü bölümde arkadaşlarından seçtikleri makaleler, besinci bölümde Veysel için söylenenler yer almıştır. Altıncı bölümde Aşık Veysel’in otuz üç şiiri bulunmaktadır. Kitap 152+8 sayfa olup 16.50x 24.00 cm. boyutlarındadır. Kitapta Aşık Veysel’e ait 14 fotoğraf bulunmaktadır. 1998 yılında Sivas, Dilek Matbaasında basılmıştır.

Selam Olsun Kucak Kucak Aşık Veysel Hayatı ve Şiirleri

Kucak Eser, Aşık Veysel’in 25.ölüm yıldönümü nedeniyle hazırlanmıştır. Altı bölümden oluşan eserin birinci bölümünde Aşık Veysel’in hayati, ikinci ve üçüncü bölümlerde yazarın makaleleri, dördüncü bölümde arkadaşlarından seçtikleri makaleler, besinci bölümde Veysel için söylenenler yer almıştır. Altıncı bölümde Aşık Veysel’in otuz üç şiiri bulunmaktadır. Kitap 152+8 sayfa olup 16.50x 24.00 cm. boyutlarındadır. Kitapta Aşık Veysel’e ait 14 fotoğraf bulunmaktadır. 2. baskısı Duvar Yayınları tarafından 2009 yılında basılmıştır.

Sivas ve Divriği Yöresinde
Eski Türk İnançlarına Bağlı Adak Yerleri

Eser, Sivas ve yöresindeki adak yerlerini tanıtmak amacıyla hazırlanmıştır. Eserin giriş bölümünde eski Türk inançları üzerinde durulmuş, Yer-Su kültüne bağlı adak yerleri ile evliya inancına bağlı adak yerleri hakkında bilgi verilmiş; 600’den fazla adak yeri tanıtılmıştır. Ayrıca 30’a yakın adak yerinin fotoğrafları konulmuştur. Kitap 248 + 16 sayfa olup 16.50 x 24.00 cm. boyutlarındadır. 1996 yılında Sivas, Dilek Matbaasında basılmıştır.

Hz.Peygamberin Sancaktarı Abdülvehhab Gazi Hazretleri ve Gaza Arkadaşları (Yrd.Doç.Dr.Necati Demir’le birlikte)

Eser, Sivaslıların yakinen tanıdığı ve hürmet ettiği Abdülvehhab Gazi Hazretleri ile gaza arkadaşlarını tanıtmak amacıyla hazırlanmıştır. Eserde Abdülvehhab Gazi’den başka Ahmet Turan Gazi, Hüseyin Gazi, Battal Gazi ve, Semmas Pir hakkında bilgi verilmistir. Kitap 160 + 16 sayfa olup, 16.50 x 24.00 cm. boyutlarındadır. Eserde 15 fotoğraf bulunmaktadır. 1996 yılında Sivas, Dilek Matbaasında basılmıştır.