Eski Türk ve Türk Halk Edebiyatı

Kutlu ÖZEN

Konular:

  1. Türk Destanları
  2. İslamiyet Öncesi Türk Destanları
  3. Karahanlı Türkçesi Eserleri
  4. Kutadgu Bilig
  5. Ahmet Yesevi ve Eserleri
  6. Türk Ed. Temsilcileri(13-15)
  7. Türk Ed. Temsilcileri(16-18)
  8. İslamiyet Sonrası Türk Destanları
  9. Halk Hikayeleri
  10. Tasavvufi Halk Ed.
  11. Aşık Edebiyatı(16-20 yy)
  12. Köroğlu
  13. Karacaoğlan
  14. Aşık Veysel

I. BÖLÜM

Türk Destanları

Hazırlayan: Kutlu ÖZEN

a. Destan:  Büyük, olağanüstü toplum ve kahramanlık olaylarını uzun ve manzum olarak anlatan edebiyat türüne destan denir.[1]

Destanlar, milletlerin, din, fazilet ve özellikle tarihi kahramanlık maceralarının manzum hikayesidir.[2]

İlkçağ dinlerini konu edinen araştırmalar, insanoğlunun tabiat olaylarının gerçek sebeplerini, kaynaklarını ve etkilerini tam olarak bilmediği için belli bir inanca yönelmiş olduğunu göstermektedir.

Destanların olaylarına Tanrılar, melekler, şeytanlar, cinler, periler, devler, canavarlar gibi bir çok masal unsurları karışır.

Destanlar bütün tarih boyunca milletlerin halk şairleri tarafından yaratılıp terennüm edildiler. Fakat derhal halk arasına yayılarak, yeni ilavelerle bir tek şairin değil, bütün bir cemiyetin müşterek  eseri haline geldiler.[3]

Mitos adı verilen bu ilk efsanelerde soyut kavramlar, belirli olay ve kişilere dönüştürülmüş, ayrıca ilahi vasıflarla donatılmıştır.

Eski Yunanlılar, şairlerin, saz eşliğinde söyledikleri şiirlere  epos şiiri(epopiia) derlerdi. Bundan dolayı destan, Batı dillerinde epope olarak geçer. Türkçede kullanılan “destan” Farsça kökenlidir.[4]

Türk edebiyatında destan kelimesi yerine farklı sözler kullanılmıştır. Latince epos diye adlandırılan büyük eserlere Yakut/Saha Türkleri olongho(manzum  kahramanlık şiiri, kahramanların hikayeleri), Kırgız Türkleri  comok(kahramanlık destanı), Müslüman Türkler de genellikle destan  demişlerdir. Destan yerine esatir kelimesi de bir süre kullanılmıştır.[5]

b. Türk ve Dünya Edebiyatında Destanlar:

Babillilerin milli destanı olan Gılgameş, Sumer mitoslarına dayalı bir mezopotamya şiiri olarak en eski destan örneği diye kabul edilir. M.Ö. 2000 yıllarına ait olduğu sanılan destanda Güney Babilonya şehirlerinden Uruk’un beyi Gılgameş’in savaşlarını konu edinir.[6]

Homeros’un  İlyada ve Odysseia destanları Yunan dünyasının temel eserleri arasındadır. İlyada bir olayın destanıdır. Anadolu’daki Troya şehrine Yunan sitelerinin ortaklaşa düzenledikleri seferi ve hileli zaferi anlatır. Odysseia bir kişinin destanıdır.  Troya Savaşı’ndan  sonra İthake kralı Odysseus’un büyük güçlükleri aştıktan sonra karısına ve evine kavuşmasını hikaye eder.

Latinler’in Aeneis’i(M.Ö. I. Asır/ Vergilius), Fransızlar’ın Chanson de Roland’i (M.S.XII), Almanlar’ın Nibelungen ve Gudrun destanları(M.S. XIII), Finlilerin Kalevela’sı, Hintliler’in Ramayana, Mahabarata’sı, İranlılar’ın Şehname’si (Firdevsi/ XI. Asır.) bu türün belli başlı örnekleri arasında sayılabilir.[7]

Görüldüğü gibi bazı destanlar o milletin şairleri tarafından yazılmıştır. Yunan şairi Homer’in İlyada ve Odise’si, İran şairi  Firdevsi’nin Şehnamesi böyle destanlardır. Bazı milletlerin destanları  bir şair  tarafından yazılmamış, bir araştırıcı tarafından toplanmıştır. Finlilerin Kalevala’sı  böyle bir destandır.[8]

Destanlar, efsanelere konu edilerek hayli değişikliğe  uğramış tarihi olayların izlerini taşırlar.

c. Destanların Meydana Gelmesi:

Her milletin destanı yoktur. Bazı milletler, destan edebiyatına epope artificielle denilen yapma destanlarla katılmışlardır. Değişik Avrupa milletlerine mensup fikir ve sanat adamlarının da bir çoğu, ilhamlarını eski Yunan ve Şark(doğu) milletlerinin destanlarından veya mitolojilerinden almışlardır. Bir milletin milli destanı olabilmesi için o milletin tarihinde aşağıdaki şartların bulunması gerekir:

1. Millet, halk hayalinin efsaneler yaratmaya elverişli bulunduğu, en eski ve iptidai(ilkel) devirlerde yaşamış olmalıdır.

2. O milletin tarihinde unutulmaz tabiat olayları, büyük savaşlar, göçler, istilalar, yeni coğrafyalarda vatan kuruşlar gibi halk hayat ve hafızasını nesillerce meşgul edecek  hadiseler bulunmalıdır.[9]

d. Destanların oluşumundaki dönemler:

Birinci dönemde milletin müşterek şuurunda ve hayal gücünde iz bırakmış bir takım tarihi olaylar ve bu olaylar içinde yüceltilmiş kahramanlar görülür. Bu olay ve kahramanlara her çağda yeni olay ve kişiler eklenir. Aynı zamanda o çağın tarihi  özellikleriyle benzerlikler taşır.

İkinci dönemde bunların yeni nesillere aktarılması işi gerçekleşir. Sözlü  olarak başlayan bu gelenek , şairlerin  çalgılar eşliğinde söylediği şiirler bütününe dönüşür. Doğal olarak şairler de bu efsaneler zincirine kendilerince öz ve biçim yönünden  yeni eklemeler yaparlar.

Üçüncü dönemde bu sözlü geleneği güçlü bir şair, şiirler  bütünü halinde derler. Gerekiyorsa yeniden nazma çeker. Böylece destan bütünlüğünü kazanmış  olur.

Dünya destanlarının bir çoğunda destanın düzenleyicisi belli değildir.

e. Destan türleri:

Destanlar, milli bilinçlenmeyi hızlandırarak, milli dayanışmayı güçlendirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Bu yönüyle destanlar milletlerin soy özellikleri, sosyal yapıları, ülküleri, milli değerleri, gelenek-görenekleri …. üzerinde yapılacak araştırmalarda ilk temel kaynakları oluştururlar.[10]

Bir edebiyat türü olan destan zamanla klasik anlamını yitirmiş, Aşık ve Divan edebiyatlarında şekil ve muhteva bakımından oldukça değişik yeni türlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Aşık edebiyatında  kahramanlık hikayeleri, savaşlar, çeşitli toplum olayları(deprem, kıtlık, ayaklanma), bazen de mizahi nitelikteki eserler destan adıyla anılmıştır.

İslam kültürü etkisinde gelişen Divan edebiyatında  aruz vezni ile ve mesnevi şeklinde yazılan dini hikayelerin(Yusuf ile Züleyha), fikri ve tasavvufi eserlerin (Risaletü’n-nushiye),  aşk hikayelerinin(Leyla ile Mecnun), nasihat kitaplarının, vakayinamelerin, mensur tarih kitaplarının, manzum masalların, din büyüklerinin  hayat hikayelerinin(Dastan-ı İmam Ali), epik nitelikteki  mensur eserlerin adlarında veya başlıklarında destan adı kullanılmıştır.

Çağdaş edebiyatımızda destan hala bir tür olarak görülmektedir.[11]

f.Türk Destanlarının Kaynakları

Türk kavimlerinin, geçmiş yüzyıllara dayanan bir takım destanları bulunmaktadır. Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden önce meydana gelen bu destanlar daha çok sözlü anlatımlar şeklindedir. Türklere ait bu destanlardan bugüne kadar elimize ulaşan yazılı metinler yok denecek kadar azdır. Eski Türk destanlarının bugün elimizde bulunan parçaları çeşitli kaynaklardan derlenmiştir. Bunlardan bir kısmı, Avrupalı ve Türkiyeli araştırıcılar tarafından doğrudan doğruya halk dilinde hala yaşayan destanların derlenip yazılmasıyla elde edilmiştir. Bir kısmına Çin kaynaklarında; Arap, İran tarih ve edebiyatına ait el yazması eserlerde rastlanmıştır; bir kısmı Bizans tarihleri gibi Batı kaynaklarında bulunmuştur.

Destanlarımızın  diğer önemli bir kısmı da bizzat Türk aydın ve yazarları tarafından tarihin çeşitli devirlerinde yazıya ve yazılı edebiyata geçirilmiştir.

a. Destan:  Büyük, olağanüstü toplum ve kahramanlık olaylarını uzun ve manzum olarak anlatan edebiyat türüne destan denir.[12]

Destanlar, milletlerin, din, fazilet ve özellikle tarihi kahramanlık maceralarının manzum hikayesidir.[13]

İlkçağ dinlerini konu edinen araştırmalar, insanoğlunun tabiat olaylarının gerçek sebeplerini, kaynaklarını ve etkilerini tam olarak bilmediği için belli bir inanca yönelmiş olduğunu göstermektedir.

Destanların olaylarına Tanrılar, melekler, şeytanlar, cinler, periler, devler, canavarlar gibi bir çok masal unsurları karışır.

Destanlar bütün tarih boyunca milletlerin halk şairleri tarafından yaratılıp terennüm edildiler. Fakat derhal halk arasına yayılarak, yeni ilavelerle bir tek şairin değil, bütün bir cemiyetin müşterek  eseri haline geldiler.[14]

Mitos adı verilen bu ilk efsanelerde soyut kavramlar, belirli olay ve kişilere dönüştürülmüş, ayrıca ilahi vasıflarla donatılmıştır.

Eski Yunanlılar, şairlerin, saz eşliğinde söyledikleri şiirlere  epos şiiri(epopiia) derlerdi. Bundan dolayı destan, Batı dillerinde epope olarak geçer. Türkçede kullanılan “destan” Farsça kökenlidir.[15]

Türk edebiyatında destan kelimesi yerine farklı sözler kullanılmıştır. Latince epos diye adlandırılan büyük eserlere Yakut/Saha Türkleri olongho(manzum  kahramanlık şiiri, kahramanların hikayeleri), Kırgız Türkleri  comok(kahramanlık destanı), Müslüman Türkler de genellikle destan  demişlerdir. Destan yerine esatir kelimesi de bir süre kullanılmıştır.[16]

g. Türk Destanlarındaki Milli Unsurlar:

Türk destanlarındaki ışık, ağaç, maden,bozkurt, kadın, at,yada taşı,su sevgisi, ak saçlı ihtiyarlar… destanı millileştiren temel unsurlardır.

Işık:  Işık destanlara semavi aydınlık veren, dini-bedii bir destan  unsurdur. Destanların büyük kahramanları ilahi bir ışıktan doğarlar. Oğuz’un birinci karısından  doğan çocukların  üçünün de adları Gün, Ay, Yıldız gibi ışıklı isimlerdir.

Ağaç: Ağaç sevgisi Türk destanlarında büyük yer tutar. Eski Türk inançlarına göre Tanrı yeryüzündeki dokuz insan cinsini, bu insanlardan önce yarattığı dokuz dallı bir ağacın gölgesinde barındırmıştır.  Uygur Hükümdarı Bugu Han, Tuğla ve selenge ırmakları arasındaki  mukaddes ağacın  kovuğundan doğmuştur.Kıpçak, oyuk ağaç anlamına gelmektedir.

Maden: Altın, gümüş, demir, bakır gibi maden adları destanlarda daha çok geçer. Türkler,  Ergenekon’dan demir dağı eriterek çıkmışlardır. Bütün bunlar Türkler’in çok eskiden beri madencilikle uğraştığını göstermektedir.

Bozkurt: Totem devri yaşayan Türkler’in  Ongunu bozkurttur. Bozkurt, destanlarda Türk’ün hayat ve sanat gücünü temsil eder. Türk ordularının önünde yürüyerek onlara yol gösterir. Uygurlar’ın Türeyiş destanında Tanrı,  bir erkek kurt şeklinde yere iner, Uygur hanının iki kızıyla evlenir. Uygur nesli böyle bir evlenmeden çoğalır.

Kadın: Yaratılış destanında, Tanrı’ya insanları ve dünyayı yaratması için fikir ve ilham veren Ak Ana adında bir kadındı. Oğuz’un annesi Ay Kağan da böyle bir mukaddes kadındı.

At: At, destan kahramanlarının vefalı ve sevgili arkadaşıdır. O kadar ki Orta Asya Türkçesinde, ava gitmek gibi, savaşa gitmeye de atlanmak deniyordu. Atların savaşlarda alpler gibi vazife gördüğünü bildiren ilk yazılı vesika Köktürk kitabeleridir. Kitabelerde Alp Şalçı gibi kendisine alplerin unvanı verilmiş bir attan bahsedilmesi ayrıca önemlidir.

A. İslamiyet Öncesi Türk Destanları:

İslamiyet öncesi Türk destanları birbirini takip eden altı bölüme ayrılır:

  1. Yaratılış destanı
  2. Saka Destanları:

a. Alp Er Tunga

b. Şu destanı

  • Kun-Oğuz Destanları
  • Köktürk destanları[17]
    • Bozkurt Destanı
    • Ergenekon Destanı
  • Siyen-pi destanı
  • Uygur Destanları
    • Türeyiş Destanı
    • Manihaizm’in Kabulü

1.Yaratılış Destanı: Bu destan 19. yüzyılda  Radloff tarafından Altay Türklerinden derlenmiştir. Altay Türkleri eski Türk dinine mensup oldukları için destan, çok geç bir tarihte tespit edilmesine rağmen Türklerin yaratılış hakkındaki en eski inançlarını yansıtmaktadır. Ancak destan, uzun asırlar boyunca  çeşitli tesirlerin altında  önemli değişikliklere uğramıştır. Radloff tarafından tespit edilen destanın konusu şöyledir:

Daha hiçbir şey yokken Tanrı Kayra Han’la uçsuz bucaksız su vardı.  Kayra Han’dan başka gören, sudan başka görünen yoktu. Ay, yıldızlar, gök ve toprak yaratılmamıştı.

 Bütün tanrıların en büyüğü, varlıkların başlangıcı, insanoğlunun ilk atası  Tanrı Kayra’nın  canı sıkılıyordu. 

Tanrı Kayra, yalnızlık içinde düşünürken suda bir dalga belirdi. Ak Ana  denilen bir kadının hayali görünerek, Tanrı’ya “Yarat!….” dedi ve yine sulara gömüldü.

Bunun üzerine Kayra Han, kendisine benzer bir varlık aratarak ona “Kişi”adını verdi.  Kayra Han’la Kişi sonsuz suyun üzerinde iki siyah kaz gibi rahatça uçmaya koyuldular. Fakat kişi bundan memnun olmadı. Hayatında değişiklik aradı. İlk olarak  kendisini yaratandan daha yüksekte  uçmaya kalktı. Onun bu duygusunu sezen tanrı , Kişi’den uçma gücünü aldı.  Kişi suya yuvarlandı. Boğulmak üzereyken yaptığına pişman olarak tanrıdan yardım diledi.

Tanrı, “Yüksel!…” emrini verdi. Kişi suyun derinliğinden çıktı. Ve tanrının yine suyun içinden yükselttiği  bir yıldıza oturarak  batmaktan ve boğulmaktan kurtuldu.

Kişi, artık uçamaz diye Tanrı Kayra Han, dünya’yı yaratmayı düşündü. Kişi’ye suyun dibine dalıp  bir avuç toprak çıkartmayı emretti. Fakat o, bu toprağı çıkarırken de kötülükler düşündü. Toprağın bir kısmını ağzında saklayarak ileride kendisi için gizli bir dünya yaratmayı tasarladı. Avcundaki toprağı su yüzüne serpince Tanrı Kayra Han, toprağa “Büyü!…” emrini verdi. Bu toprak dünya oldu. Fakat bu arada Kişi’nin ağzındaki toprak da büyümeye başladı. O kadar büyüdü ki, tanrı “Tükür!..” demeseydi Kişi boğulacaktı.

Kayra Han’ın tasarladığı dünya önce dümdüz bir topraktı. Fakat Kişi’nin ağzından dökülen ıslak toprak dünyaya fırlayarak yeryüzünü bataklıklar ve tepeciklerle örttü.  Buna çok kızan tanrı , Kişi’yi kendi ışık aleminden kovdu ve ona şeytan/Erlig adını verdi.

Sonra yerden dokuz dallı bir ağaç bitirerek her dalın altında ayrı bir adam yarattı. Bunlar dünyadaki dokuz insan cinsinin ataları oldular.

Toprağın yeni insanları güzel ve  iyi idiler. Erlig onları kıskandı. Kayra Han’dan onları kendisine vermesini istedi. Tanrı razı olmadı. Fakat şeytan onları kötülüğe sürükleyerek kendine çekmeyi biliyordu. Kayra Han, şeytana kapılan insanların bu akılsızlığına kızarak  onları kendi hallerine bıraktı. Erliğ’i yeniden lanetliyerek, toprak altındaki karanlıklar dünyasının üçüncü katına sürdü. Kendisi için de göğün on yedinci katında bir nur alemi yaratarak oraya çekildi. İnsanları büsbütün başı boş bırakmamak için de onlara doğru yolu gösterecek bir melek gönderdi.

Erlig, Tanrı Kayra’nın semasını görünce, o da kendisi için bir gök yaratmak istedi. Bir çok yalvarışlarla tanrıdan bu izni aldı. 

Erliğin tebaası, yani kandırdığı fena ruhlar, gökle yer arasındaki yeni dünyada  Kayra Han’ın dünyasındaki insanlardan daha iyi(daha serbest) yaşıyorlardı. Bu durum Kayra Han’ın canını sıktı. Erliğ’in dünyasını yıkmak için  oraya kahraman Mandişere’yi gönderdi. O, kuvvetli mızrağıyla vurarak, korkunç gök gürültüleri arasında bu dünyayı parça parça etti.

Parçalanan bu dünya aynı gürültülerle, Erlig ve insanlar için yaratılan ilk dünyanın üzerine yıkıldı. İri dünya parçaları yer yüzünün biçimini bütün  bütün bozdu. Eski düz dünya, şimdi  yüksek dağlar, derin boğazlar, balta girmez ormanlarla dolmuştu.

Kayar Han, Erliğ’i dünyanın en alt katına sürdü. Orada ne güneş, ne ay, ne de yıldız ışığı vardı. Tanrı, Erliğ’e dünyanın sonuna kadar orada oturmayı emretti.

Tanrı Kayra Han, şimdi on yedinci kat gökten kainatı idare etmektedir. Diğer gök katlarından yedinci katta Gün Ana, altıncı katta Ay Ata oturmaktadır.

Yaratılış destanının ana çizgileri bunlardır.[19] Yaratılış destanında Şaman inanışlarından önemli çizgiler vardır.

2.Alp Er Tonga Destanı: Alp Er Tonga, M.Ö. yedinci yüzyılda yaşamış olan ünlü Saka hükümdarıdır. Bu hükümdar, Bütün Orta Asya’yı hakimiyeti altında bulundurduğu gibi; Kafkasları kuzeyden güneye aşarak Anadolu, Suriye ve Mısır’ı feth etmiştir. Hayatı fetihlerle ve bilhassa İranlı Medlerle mücadele halinde geçmiştir. M.Ö. 624’de Med hükümdarı  Keyhüsrev tarafından bir ziyafete çağırılarak hile ile öldürülmüştür.[20]İran kaynağında ölümünün bayram olarak kutlandığı kabul edilen Saka kahramanı için 8. yüzyılda, Göktürkler zamanında Köl Tigin ve Bilge Kağan abidelerinde yazıldığına göre  bir yuğ merasimi düzenlenmiştir.[21]

Bu hadisenin hatırası hem Türkler, hem İranlılar arasında yüzyıllarca yaşamıştır. Alp Er Tonga, İran ve İslam kaynaklarında “Buku Han, Buka Han ve  Efrasiyab” olarak geçer. 11. yüzyılın iki büyük Türk yazarı Yusuf Has Hacib ve Kaşgarlı Mahmut, Alp Er Tonga’dan bahseder.

Çeşitli kaynaklarda hakkında pek çok bilgi bulunan Alp Er Tonga’nın hayatı etrafında teşekkül etmiş destan zamanımıza  kadar ulaşamamıştır. Ancak Divan ü Lügati’t-Türk’deki sagu, bu destanın bazı değişikliklerle 11. yüzyıla kadar devam etmiş küçük bir parçasıdır.[22]

3. Şu Destanı: ŞU Destanı 330-327 yılları arasında Türk illerinde hakanlık eden “Şu” nun hayatı ve faaliyetleri etrafında meydana gelmiştir. Menkıbeye göre o tarihlerde Makedonyalı Büyük İskender, Semerkand’ı geçip Batı Türkistanı istila etmiştir. O sırada Türklerin başında Şu adlı bir hükümdar bulunuyordu. Balasagun yakınında  kendi adı ile anılan “Şu Kalası” nı yaptıran odur.[23]

Destan, Türklerin İskender’le çarpışmalarını ve doğuya çekilmelerini anlatır. Destan Türk milletinin hafızasında yaşayarak XI. Yüzyıla kadar gelebilmiştir.

Bu arada doğuya çekilmeyen ve Batı Türkistan’da kalan 22 ailenin, Oğuz boylarını meydana getirdiklerini destandan öğreniyoruz.  Bu parçayı Kaşgarlı Mahmut, Oğuzlara  niçin Türkmen dendiğini anlatmak için “Türkmen” maddesinde Arapça olarak kaydetmiştir. Ancak Kaşgarlı Mahmut’ta İskender, “Zülkarneyn” adıyla geçmektedir.

4. Oğuz Kağan Destanı: Oğuz Destanı, Türklerin en eski atalarından sayılan Oğuz Kağan’ın hayatı ve faaliyetleri etrafında meydana gelmiş destanlardan biridir. Alp Er Tonga’dan izler taşımakla beraber, daha çok M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapmış bulunan büyük Hun İmaratoru(Yabgusu) Motun’un (Mete) hayatı etrafında meydana gelmiş bir destandır. Destanın elimizdeki bölümü eski şekliyle ve bir bütün olarak zamanımıza ulaşmamıştır. Bazı küçük parçalar bir tarafa bırakılırsa bugün elimizde Oğuz Kağan destanına ait üç rivayet bulunmaktadır.

a. Uygur rivayeti: 13. asırda, henüz Müslümanlığı kabul etmemiş Türkler arasında tespit edilmiş küçük, özetlenmiş bir metindir. Uygur alfabesi ile yazıya geçirilen bu metnin aslı Paris Milli Kütüphanesi’ndedir.  Prof W.  Ban ve Reşit Rahmeti Arat tarafından işlendikten sonra bugünkü Türkçeye nakledilmiştir.

b. İslam rivayeti: 13. yüzyıl başlarında Moğol tarihçisi Reşidüddin’in Cümiü’t-Tevarih adlı eserinde “Tarih-i Oğuz ve Türkan ve Hikayat_ı Cihangir-i” başlığı ile  Farsça kaydedilen bu rivayet, İslami bir karakter taşımaktadır. Bu eserde yer alan  Oğuz Kağan destanı oldukça uzundur.[24]

c. Üçüncü rivayet: 17. yüzyılda Ebü’l-Gazi Bahadır Han tarafından tespit edilmiştir. Diğerlerine göre çok daha sonra yazılmış olan bu destanda hem Reşideddin rivayetinden, hem de 17. yüzyılda Türkmenler arasında yaşayan rivayetlerden faydalanılmıştır.

15 veya 16. asırda tespit edilmiş bulunan Dede Korkut Hikayeleri de aslında Oğuz Kağan destanının parçalarıdır. Başlangıçta  Oğuz Kağan’ın şahsı etrefında meydana gelen bu destan, sonradan  diğer şahıslar tarafından genişletilmiştir.

Oğuz Kağan Destanının Özeti:

M.S. XIII. Yüzyılda  Uygur yazısı ve Uygur Türkçesiyle yazıya geçirilmiş bu önemli destanın konusu şöyledir:

Günlerden bir gün Ay Kağan’ın gözü parladı. Erkek oğul doğurdu. Bu oğulun yüzü gök rengi, ağzı ateş kızıl, gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Güzel perilerden daha alımlıydı.

Bu oğul, anasının göğsünden ilk sütü içip bundan sonra içmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeği başladı. Kırk günden sonra büyüdü, yürüdü, oynadı.

Ayakları sığır ayağı gibi, beli kurt beli gibi, omuzları samur omuzu gibi, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudunun her yeri tüylü idi. At sürüleri güder, ata binerdi. Av avlardı. Günlerden sonra, gecelerden sonra yiğit oldu….

Oğuz Kağan’ın bulunduğu yerde büyük bir orman bulunmaktadır.  Bu ormanda bulunan bir canavar, ormandaki av hayvanlarına ve insanlara zarar vermektedir. Oğuz Kağan bu canavarı öldürür.

Gene günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarır. Karanlık basar gökten bir ışık düşer.  Oğuz kağan güneşten ve aydan parlak bu ışığın içine yürür. Bu ışığın arasında  çok güzel bir kız oturmaktadır. Oğuz Kağan bu kızla evlenir. Günlerden, gecelerden sonra  bu kızdan üç çocuğu olur.  Birincisine Gün, ikincisine Ay ve üçüncüsüne  Yıldız adını verir.

Gene bir gün Oğuz Kağan ava gider.  Bir göl ortasında bir ağaç görür. Bu ağacın kovuğunda bir kız oturmaktadır. Oğuz Kağan’ın aklı gider, içine ateş düşer. Bu kızla evlenir. Bu kızdan da  üç erkek çocuğu olur. Bunlara Gök, Dağ, Deniz  adını verir.

Oğuz Kağan büyük bir toy verir. Toydan sonra beylere ve halka “Ben sizlere kağan oldum. Elimize kalkan ve yay alalım. Talih bize yardım etsin…” sözleriyle hükümdarlığını ilan eder.

Çok savaşlar yapan Oğuz Kağan artık yaşlanmıştır. Halkına şöyle der: “Ey oğullarım, ben çok yaşadım. Ben çok savaşlar gördüm. Cıda ile çok ok attım. Aygır ile çok yürüdüm. Düşmanları ağlattım. Dostlarımı güldürdüm. Gök Tanrı’ya borcumu ödedim. …”

Manzum olarak yazılmış olan bu destanın son sözleri eksiktir.[25]

5. Siyenpi Destanı: Bu destan 2. yüzyılda yaşamış olan Siyenpi hükümdarı Tan-şe-hoay Yabgu’nun harikalı bir şekilde doğuşunu ve kahramanlığını anlatır.  Türk destanının bu bölümü, Çin kaynakları tarafından çok kısa olarak tespit edilmiştir. Bu destanın biraz değişmiş ve genişlemiş şekli Radloff tarafından Altay Türkleri arasında derlenmiştir.[26]

6. Köktürk Destanı: Bu destan Köktürkler’in türeyişi ve çoğalmalarıyla ilgilidir. Çin kaynaklarında yer alan rivayetler “Bozkurt Destanı”, Reşideddin ve Ebü’l-Gazi Bahadır Han’daki rivayetler ise “Ergenekon Destanı” olarak bilinir. Ayrı adlarla bilinen bu destanlar, aslında aynı destanın birbirlerinden çok farklılaşmış şekilleridir.

Hunlar’ın soyundan gelen Köktürkler’in türeyişleriyle ilgili üç rivayet Çin kaynaklarında bulunmaktadır. İlk ikisi birbirinin aynı olan  bu rivayetler şunlardır:

a. Bozkurt Destanı:

Birinci rivayet: Hunlar’ın soyundan gelen  ve Aşina adlı bir aileden türeyen Türkler, Lin kavmi tarafından kılıçtan geçirildi. Savaşta askerlerin acıdığı on yaşındaki bir çocuk canını kurtarabildi; ama ülkesinde demir madenlerini işlemeye başladılar. askerler onun ayaklarını kestiler ve bir bataklığa attılar. Bu sırada dişi bir kurt peyda oldu.  Çocuğu etle besledi. Çocuk büyüdü. Kurt onunla karı-koca hayatı yaşadı; gebe kaldı.

Lin kralı çocuğun yaşadığı haberini aldı. Onu öldürmeleri için askerlerine emir verdi. Askerler çocuğu kurdun yanında buldular. Önce kurdu öldürmek istediler. Kurt, Turfan ülkesinin kuzeyindeki dağa kaçtı.  Bu dağda derin bir mağara vardı. Mağaranın içinde çevresi birkaç yüz milden ibaret ot ve çayırlarla kaplı bir ova görünüyordu. Ovanın etrafı dik dağlarla çevrili idi.

Kurt bu mağaranın içinde on çocuk doğurdu. Çocuklar büyüdüler; dış ülkelerden getirdikleri kızlarla evlendiler.  Her birinden bir soy türedi. Kök Türk Devleti’nin kurucularından Aşina ailesi de bu on boydan biridir. Onların oğulları ve torunları çoğaldılar, yavaş yavaş yüz aile oldular.  Birkaç nesil sonra mağaradan çıktılar. Ju-Jular’a tabi oldular. Altay dağları eteklerine yerleştiler. Bundan sonra Juan-Juan

Not: Çin kaynakları Köktürkler’in bayraklarına kurt başı koymalarını kurttan türeme sebebine bağlamaktadırlar.

İkinci rivayet: Köktürkler’in atalarının yurdu, Hunlar’ın  oturdukları yerin  kuzeyindeki SOU ülkesi idi. Onlar kabile reislerine A-Pang-Pu adını vermişlerdi. A-Pang-Pu’nun  kendisinden büyük ve küçük olmak üzere on yedi kardeşi vardı. Ağabeylerinden birinin adı İci Nisutu idi. O, bir kurttan doğdu. Bu on kardeş pek akıllı sayılmazlardı. Devletlerinin süratle yıkılmasına sebep oldular.

İci Nisutu, tabiat üstü kudret ve özelliklere sahip bir kişi idi. Yağmurun yağması ve rüzgarın esmesi için emirler verebilirdi. Yaz ve kış tanrılarının kızları ile evlendi. Bu kadınlardan biri dört çocuk doğurdu.  Çocukların bir tanesi beyaz bir leylek oldu. İkincisi Afu ile Kem nerihrleri arasında yaşadı. Adı Çigu(Kırgız) idi. Üçüncüsü Üçüncüsü Çuçin suyu boyunu mesken tuttu. Dördüncüsü  Chien-su ve Şin dağlarında yaşadı. Dört kardeşin en büyüğü bu idi.

Bu dağlarda yıkılan eski devletin başkanı A-Pang-Pu’nun  bir oymağı yaşıyordu. Burası soğuk bir yerdi. Isınmanın çarelerini bulamamışlardı. Dört kardeşin en büyüğü ateşi buldu; onları ısıttı, ölümden kurtardı. Sonra dördü birleşti , en büyük kardeşi başkan seçtiler. O, başkan seçilince “Türk” ünvanını aldı.

Türk’ün göbek adı Natuliu idi.  Natuliu’nun on karısı vardı.  Bu kadınlardan doğan çocuklar soy adlarını analarından aldılar. Kök Türk Devleti’ni kuran Aşina, Türk’ün küçük karısının soyundandır.

Türk ölünce on ayrı anadan doğan çocuklar bir başkan seçmeyi kararlaştırdılar. Büyük bir ağacın altında toplandılar. Ağaca doğru en uzun atlayan başkan olsun, dediler. Aşina’nın oğlu en küçükleri idi. Atlamayı başardı. Başkan oldu. Ahsien Şad ünvanını aldı. Ahsien Şad’dan sonra Bumin Kağan(Tu-men) başa geçti. [27]

b.Ergenekon Destanı:

Köktürk  destanlarından biri de Ergenekon Destanı’dır. 13. yüzyılda Reşidüddin tarafından tespit edilen destanın konusu şöyledir:

Moğol  olarak gösterilen Köktürk hakanı İl Han’la, Tatar Sevinç Han’ın giriştikleri savaşta Köktürkler’in hepsi kılıçtan geçirilir.  Bu savaştan yalnız İl Han’ın Kıyan(Kayan) adlı oğlu, karısı, Kıyan’ın amcası oğlu Nukuz(Tukuz) ve eşi kaçıp kurtulurlar; geçit vermeyen, ücra bir ülkeye sığınırlar; bu ülkede 400 yıl kalıp çoğalırlar. Sonunda bulundukları yer dar gelir; bir demirci dağın demirini eriterek yol açar. Köktürkler Ergenekon’dan çıkarak ana yurtlarına dönerler. Tatarlar’dan atalarının intikamını alırlar. Bu sırada hakanları Börteçine(Bozkurt) idi.

Köktürkler, Ergenekondan çıkışı her yıl kutlarlarlardı.  Ateşte kızdırılan bir demir örsün üstüne konur, önce hakan, sonra beyler sırasıyla ellerindeki çekiçle demire vururlardı.[28]

7. Dokuz Oğuz-Uygur Destanı: Bu destan “Balangıç/Türeyiş” , Manihaizm’in Kabulü ve “Göç” olmak üzere üçü parçadan ibarettir.

a. Türeyiş Destanı:

Çin kaynakları tarafından tespit edilmiş bulunan türeyiş parçası, Uygurların erkek bir kurttan türemelerini anlatır.

Eski Kun yabgularından birinin ancak Tanrı ile evlenebileceklerine inandığı çok güzel iki kızı vardı. Yabgu yaptırdığı kuleye iki kızını kapattı. Gökten tanrının gelmesi için yalvardı. O sırada kulenin dibinde uluyan bir kurt peyda oldu… Küçük kız, babalarının kendilerini vermek istediği tanrının bu kurt olduğuna ablasını inandırdı. Kızlar bu kurtla evlendiler. Uygur nesli bu kurttan türedi.[29]

b. Manihaizm’in Kabulü:

İlhanoğulları’nın tarihçisi Cüveyni’nin 13. asırda Tarih_i Cihan Kuşa adlı eserinde tespit ettiğine göre Böğü Kağan yurduna  davet ettiği manihaist din adamları ile kendi kamlarına bir münazara yaptırdı. Din adamlarının karşılıklı münakaşaları sonunda, Uygurlar başta Bögü Han olmak üzere 763’ tarihinde topluca Mani dinini kabul ettiler.[30]

c. Göç Destanı:

 Uygurların Ötüken bölgesinden Tarım havzasına göç etmeleri etrafından oluşan ikinci parça ise hem Çin kaynaklarında, hem de İran kaynaklarında yer almakta ve iki rivayet birbirini tamamlamaktadır.

Çin kaynağı:

Uygur ilinde Hulin dağında Tuğla ve Selenge  adlı iki ırmak akıyordu. Bir gece bu iki ırmak arasındaki ağacın üzerine gökten bir ışık indi. Ağaç zamanla şişti, ortası yayıldı, beş çocuk çıktı. En büyükleri Bögü Tigin idi. Halk, Tanrı tarafından gönderilen bu çocukları büyüttü.  Bügü büyüyünce hakan oldu. Bügü’den sonra başa geçenlerden biri olan Gali Tigin bir Çin Prensesiyle  evlenmek suretiyle  Çin düşmanlığını ortadan kaldırmak istedi.

Prens, sarayını  Hatun dağına kurdurdu. Bu dağda kutlu bir kaya  vardı. Hatun dağının saadeti bu kayaya bağlı idi. Çinliler bu kayayı istediler. Gali Tigin bu kayayı verdi. Çinliler kayayı ısıtıp üzerine sirke döktüler. Parçalanan kayayı ülkelerine taşıdılar. Bu hadiseye kuşlar, hayvanlar ağladılar. Memleketi felaket kapladı. Toprak yiyecek vermez oldu. Beşbalık’a göç ettiler.

Bu rivayet, 840 tarihinde Kırgızlar’ın hücumu ile güneygöçe mecbur kalan Dokuz Oğuz Uygurlar’ın hayatını anlatıyo

2. Bölüm

İslami Türk Edebiyatı

İslamiyet ve Türk Edebiyatı:

Türkler, İslamiyeti kabul ettikten sonra yeni bir kültür ve edebiyat geliştirdiler. XIX. Yüzyılın ortalarına kadar süren bu edebiyat, “İslami Devir Türk Edebiyatı” olarak isimlendirilir.

İslamiyet’i çok önceden kabul eden ve zengin bir edebiyata sahip olan Araplarla,İranlılardan sonra aynı medeniyet  dairesine giren Türkler  de bu edebiyatın estetik anlayışını benimsediler. Arap ve İran eserlerini örnek alarak, ortak tür ve şekilleri kullandılar.

Bu edebiyat, büyük ölçüde İslam kültürüyle beslenmekteydi.  Yeni dinin bazı kavramları yanında, edebiyatın  ortak mecaz, mazmun ve sembolleri de  edebiyatımıza girdi. Böylece Arapça ve Farsça bazı kelimelerin kullanıldığı bir dil ortaya çıktı. Türk dilinin bu dönemine Osmanlı Türkçesi adı verilir.

Türk dili İslamiyet’in kabulünden sonra iki kola ayrılmıştır:

1.Doğu Türkçesi(Hakaniye Türkçesi): Karahanlılar sahasında konuşulup yazılan bu lehçeye  Karahanlı Türkçesi de denir. Doğu Türkçesine daha sonra Çağatayca adı da verilmiştir.

2.Batı Türkçesi(Oğuz Türkçesi): Oğuz Türklerinin lehçesi olan Oğuz Türkçesi daha sonra Türkiye ve çevresinde gelişmesini sürdürmüştür.

  1. Karahanlılar Dönemi:

Karahanlılar Türkistan’da 840’tan 1212’ye kadar hüküm süren ilk Türk-İslam devletidir. Karahanlı Devleti’nin ilk hükümdarı Bilge Kül Kadir Han’dır. Oğullarından Arslan Han(Bazır), büyük kağan sıfatı ile  Balasagun’da; diğer oğlu Oğulçak, ortak -kağan sıfatı ile  Taraz’da hükümdarlık yapmışlardır.

Oğulçak’ın yeğeni Satuk, Müslüman din adamlarının telkiniyle   Müslüman olmuş ve   10. yüzyılın başlarında Karahanlılara İslamiyeti resmen kabul ettirmiştir. Satuk Buğra Han’ın ölüm tarihi 959’dur. [31]

İslami devir Türk edebiyatının ilk ürünleri XI. Ve XII. Yüzyıllarda ortaya çıkar. Bunlardan ilki Karahanlı Devleti zamanında Hakaniye Türkçesi ile yazılmış olan Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’idir. Aynı yüzyılda yazılmış bulunan Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-ı Türk’ü de İslami devir Türk edebiyatının ilk ürünlerindendir. Bu eserler arasına XIII. Yüzyılın başında Yüknekli Edip Ahmet’in kaleme aldığı Atabetü’l-Hakayık’ı da katmak gerekir. XII. Yüzyılda Orta Asya’da Ahmet Yesevi ve Hakim Süleyman Ata, dini tasavvufi halk şiirinin ilk güzel örneklerini vermişlerdir. Ahmet Yesevi’nin yazdığı Divan-ı Hikmet bunların başında gelir.[32]

Kutadgu Bilig

Türkçe’nin ilk İslami eserlerinden sayılan Kutadgu Bilig, Türk dili ve edebiyatı için büyük önem taşır.  Karahanlı hükümdarı Arslan Karahan adına 1069/1070 yılında Balasagunlu Yusuf Has Hacib adlı bir Türk-İslam şairi ve alimi tarafından  yazılmıştır.

Yusuf Has Hacib 1019 yılında Balasagun’da doğmuş, yine orada ölmüştür. Elli yaşını aştıktan sonra Kaşgar’a gitmiştir. Balasagun’da yazmaya başladığı eserini Karahanlı hükümdarı Tavgaç Uluğ Buğra Kara Han’a sunmuştur.

Eserin aslı 6.425 beyittir. Eser aruz vezniyle yazılmıştır.

Eserdeki bilgilere göre, yazarın asıl adı Yusuf olup, ünvanı “Has-Hacib” (Perdedar) idi.

Yazar,  kitabın bir yerinde “Kitabın adını Kutadgu Bilig koydum; okuyana kutlu olsun ve ona yol göstersin” der. Bu beyitten de  anlaşılacağı üzere  eserin adı, kut “mübarek, mukaddes, baht, ikbal” anlamına gelmektedir. Bilig de “bilgi, marifet, ilim “ anlamındadır.

Edebi bakımdan daha çok didaktik(öğretici) bir eser sayılır. Devlet adamlarına yöneticilikle ilgili bilgi ve öğüt veren ahlaki-didaktik eserlere “Siyaset-name” denir. Kutadgu Bilig de siyaset-name türünden bir eserdir. Eser,  dört kavramı temsil eden dört şahsın karşılıklı konuşmalarından meydana gelmiştir.  Hükümdar Kün Togdı kanun ve adaleti, vezir Ay Toldı bahtı, vezirin oğlu Ögdilmiş aklı, vezirin kardeşi Odgurmuş ise akibeti/hayatın sonunu temsil ederler.Ele alınan asıl konu , ideal insan tipinin özellikleridir.

Eser, Reşit Rahmeti Arat tarafından günümüz Türkçe’sine aktarılarak 1959 yılında yayımlanmıştır.

Örnek metin:

“Anlayış ve bilgiye tercüman olan dildir; insanı aydınlatan fasih dilin kıymetini bil. İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur. İnsanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider. Dil arslandır, bak, eşikte yatar; ey ev sahibi dikkat et, senin başını yer.

Dilinden eziyet çeken adam ne der, dinle; bu söze göre hareket et, onu daima hatırda bulundur.  Bana “Dilim pek çok eziyet çektiriyor; başımı kesmesinler” de, ben dilimi kestireyim.

Sözüne dikkat et, başın gitmesin; dilini tut, dişin kırılmasın.

Bilgili, dil için özlü bir söz söyledi: Ey dil, başını gözet. Sen kendi selametini istiyorsan, ağzından yakışıksız bir söz kaçırma.

(…) Ey oğul, bu sözümü sana söyledim…Ey oğul, bu nasihatleri ben sana verdim. Benden sana gümüş ve altın kalırsa, sen onları bu söze denk tutma. Gümüşü bir işe sarf edersen biter, tükenir; sözümü işe sarf edersen, gümüş kazanılır.”

Divanü Lügat -i Türk

Divanü Lügat -i Türk, Kaşgarlı Mahmut tarafından  Araplara Türkçe’yi  öğretmek ve Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermek maksadıyla yazılan ilk Türk sözlüğüdür.

Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lügat -i Türk’ü 1072 yılında yazmaya başlamış ve 1074 yılında tamamlamıştır.  Muhtemelen 1077’de Bağdat’ta Halife Muktedi’nin oğlu Ebü’l Kasım Abdullah’a  takdim etmiştir.

Türk dilinin ilk sözlüğü olan Divanü Lügat -i Türk, çeşitli Türk boylarından derlenmiş bir ağızlar sözlüğü  karakterini taşımaktadır. Bununla birlikte eser yalnızca bir sözlük olmayıp Türkçe’nin XI. Yüzyıldaki dil özelliklerini belirten , ses ve yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabı, kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk  tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve halk edebiyatına dair zengin bilgiler ihtiva eden, aynı zamanda dönemin tıbbı ve tedavi usulleri hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eser niteliği de taşımaktadır .

Kaşgarlı Mahmut eserini yazarken o devrin Türk illerini bir bir dolaşmış ve doğrudan doğruya kendi derlediği dil malzemesine dayanmıştır. Bu bakımdan eserde çeşitli Türk  boylarının ağızları üzerinde bizzat gözleme dayanan tespitler  ve karşılaştırmalar yer almaktadır.[33]

Yazar, XI. Yüzyıl  Orta Asya Türk kavimlerini boylarına göre sınıflandırdıktan sonra bunları konuştukları dil ve ağız farkları yönünden ele almış, Türk boylarının birbirine olan yakınlıkları ve temasları üzerinde de durmuştur.

Divanü Lügat -i Türk’te madde başı olarak alınan kelimelerin sayısı yaklaşık olarak  8000 civarındadır.

Eserde madde başı olan kelimelerin açıklamaları yapılırken anlamlarının daha iyi anlaşılmasını sağlamak maksadıyla deyimlerden, atasözlerinden ve şiirlerden örnekler verilmiş ve bunların Arapça tercümeleri de yapılmıştır. Ayrıca bazı ayet ve hadislerden deliller getirilmiştir.

Sözlüğün çeşitli yerlerinde dağınık halde bulunan atasözlerinin toplamı yaklaşık 290 kadardır.

Türk halk şiirinin günümüze kadar gelen en eski  örnekleri olarak kabul edilen şiirler ise dörtlük ya da beyit şeklindedir. Şiirler genellikle yedi ve sekiz hecelidir.

Eserdeki şiirlerin kimlere ait olduğu hakkında her hangi bir kayda rastlanmamakla birlikte Çuçu adlı bir Türk şairinden bahsedilmektedir.

Eserde;  adetler, akrabalık, evlenme, atçılık ve binicilik, aletler, bağcılık ve bahçivanlık, beslenme, mutfak, yemekler, bitki, coğrafya, eğlence,  milli oyunlar, müzik, şiir ve dans, ev eşyası, giyim kuşam , astronomi, hakan, kadın, savaş, spor ve oyunlar, tıp, tarım, toplum hayatı, Türk evi, ulaşım ve taşıtlar… gibi konulara yer verilmiştir.

Kaşgarlı Mahmut’un eserinde yer alan haritanın ilk Türk dünyası haritası olması bakımından büyük değeri vardır. Haritada Türklerin oturduğu yerlerle , bunların münasebette bulunduğu milletlere de yer verilmiştir.

Uzun zaman nerede bulunduğu bilinmeyen eser II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıllarda İstanbul’da bulunmuş ve Ali Emiri Tarafından 30 altına satın alınmıştır.

Eser ilk defa Kilisli Rifat Bilge tarafından incelenerek Arap harfleriyle  üç cilt halinde yayımlanmıştır. Divanü Lügat -i Türk’ün bilinen tek yazma nüshası Fatih Millet Kütüphanesi’ndedir.  Eserin 1990 yılında tıpkı basımı yapılmıştır.[34]

Divan-ı Hikmet

İslami devir Türk edebiyatı, bir yandan Kutadgu Bilig ve Atabetü’l-Hakayık  gibi eserlerle klasik edebiyat tarzını geliştirirken, bir yandan da dini-tasavvufi bir halk edebiyatı meydana getirmiştir. Bu edebiyatın başta gelen temsilcilerinden biri de Ahmet Yesevi’dir.

Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet adındaki eseriyle tanınmıştır. Bu eser hikmet adı verilen şiirlerden meydana gelmektedir. Şekil yönünden eski halk şiirindeki koşuk ve sagulara benzeyen hikmetler, konu bakımından İslam din ve tasavvufunu anlatır. Hikmet, tekke şiirimizdeki ilahi’nin karşılığıdır.

Bu şiirler bir yandan dini-tasavvufi unsurları, diğer yandan Türk halk edebiyatı unsurlarını taşırlar. Bu gelenek, Yesevi dervişleri aracılığıyla  Orta Asya’da ve Anadolu’da yayılmıştır.

Fuat Köprülü, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”  adlı eserinde Yunus Emre’nin şiirlerinin, Ahmet Yesevi’nin şiirlerinin devamı olduğunu örnekleriyle ortaya koymuştur. Böylece Türk Edebiyatı’nın , Türklerin yaşadığı bütün coğrafyalarda bir bütünlük ve süreklilik içinde geliştiği anlaşılmaktadır.

Şiir, Karahanlı Türkçesi ile yazılmıştır. Ahmet Yesevi’nin  hikmetlerinde 4+4=8 hece vezni kullanılmıştır.

Divan-ı Hikmet’in  yazma ve basma nüshalarında bulunan hikmet sayısı bazı farklılıklar göstermektedir. Bugüne kadar derlenebilen hikmet sayısı 250’yi bulmaktadır.

Şair, Divan-ı Hikmet’te sade bir dil kullanmış, İslamiyetin esaslarını, tasavvuf adabını,  kıyamet gününü, peygamberlere olan sevgisini dile getirmiş. Dervişlerle ilgili menkıbeler anlatmıştır.

Ahmet Yesevi: XI. Yüzyılın sonlarında Batı Türkistan’ın Sayram kasabasında doğdu. Tasavvuf yoluna girdi. Vefat edinceye  kadar halkı aydınlattı.  1166 yılında Yesi’de vefat etti.

Kurduğu Yeseviye  tarikatı Orta Asya Türkleri arasında büyük ilgi gördü. Yeseviye Tarikatı Anadolu’da da etkili oldu.  Hacı Bektaş  Veli, tarikatını kurarken Ahmet Yesevi’yi örnek aldı.

Közüm açdım sini kördüm

Kül köngülini sine birdim

Uruğlarım terkin kıldım

Minge sin ok kireksin sin

Güzümü açtım seni gördüm. Bütünü gönlümü sana verdim. Akrabaları terk ettim. Bana sen gereksin sen.

XIII.-XIV. YY. TÜRK EDEBİYATI

Genel Özellikler

Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatının Genel Hatlarıyla Tanıtımı

Türkler, Orta Asya’da İslamiyeti kabul ettikten sonra x. Yüzyıldan başlayarak İslam kültürüyle yoğrulmuş  bir edebiyat meydana getirdiler. Güneybatıya doğru göç eden Oğuz Türkleri, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletlerini kurdular. Anadolu’da ilk Türkçe eserler XIII. Yüzyılda  Anadolu Selçuklularının sonları ile Anadolu Beylikleri döneminin başlarında yazıldı. Türk edebiyatının asıl gelişmesi ise, Türkçenin resmi dil olduğu XIV. Yüzyıldan sonra Osmanlı evleti zamanındadır.

XIII.-XIV. Yüzyıllardaki Türk edebiyatının en önemli özelliği dini-tasavvufi yönünün ağır basmasıdır. İslamiyetin doğuşundan iki yüz yıl sonra ortaya çıkan tasavvuf hareketi , Türkler arasında  yayılarak Yesevilik, Bektaşilik, Mevlevilik gibi tarikatların kurulmasına yol açmıştır.

Tasavvuf nefsi eğiterek insanları Allah’a ulaştırmayı amaçlayan bir din ve ahlak felsefesidir. Vahdet-i vücut denilen tasavvuf görüşüne göre, evrende tek bir varlık vardır. O da mutlak vücut olan Allah’tır. O aynı zamanda hüsn-i mutlak(mutlak güzellik) tır.  Kutsi hadise göre , Allah gizli bir hazine iken bilinmeyi dilemiş ve bilineyim, diye kainatı yaratmıştır. Aslında Allah’ın dışındaki varlıklar vehimden, görüntüden başka bir şey değildir. O, bir an tecelli etmemeyi dilese, bütün eşya ve evren bir hayal gibi görünmez olur.

Tasavvuf’a göre insan, en şerefli varlıktır. Her zaman insan-ı kamil(olgun insan) olmaya çabalamalıdır. Bundan dolayı insanın, geçici varlığından uzaklaşarak, ebedi olan Allah’a  yaklaşmaya çalışması gerekir. Bu da nefsin terbiyesi ile gerçekleşir. Nefsini kötülüklerden arındıran kişi, fani varlığından kurtularak  Allah’ın mutlak varlığına kavuşur. Buna tasavvufta fenafi’llah(Allah’ın varlığında yok olma) denir.

Tasavvufun esası aştır. Allah’a ulaşma aşkıyla kötülüklerden uzaklaşan kişi engin bir hoşgörüye ve ruh yüceliğine erişir. Tasavvuf bu yönüyle toplum hayatına önemli katkıda bulunmuştur. Tasavvufta bir lokma, bir hırka düşüncesiyle  ibadet köşesine çekilme onaylanmaz. Tasavvuf erbabı , halk içinde Hak ile olmayı ilke edinmişlerdir. Buna en güzel örnek Osmanlılardaki ahilik kurumudur.

Türk edebiyatında tasavvufu esas alan ve bu düşünceyi işleyen  edebiyata tasavvuf edebiyatı denir. Bu edebiyat genellikle hece ve aruz veznini; koşma, gazel, kaside, mesnevi gibi nazım şekillerini kullanmıştır. Dili zaman zaman ağırlaşan genellikle açık ve anlaşılır bir Türkçedir.

Tasavvuf edebiyatının kendine özgü bir semboller dünyası vardır. Zamanla diğer edebiyat kollarının da kullandığı bu sembollerin bazıları şunlardır:

Aşık(Hak aşığı), ma’şuk(sevgili, Allah), saki, pir-i mugan(mürşit), mey, şarap ilahi aşk), meyhane, harabat(dergah, tekke)…

Dini ve tasavvufi düşüncenin edebi eserlerde ağır bastığı bu dönemde yaşayan Mevlana ve Yunus Emre, Türk edebiyatında yüzyıllar boyunca etkili olmuşlardır.

Bu dönemde yaşayan Dehhani de, estetiği ve dini-tasavvufi konular dışındaki şiirleriyle klasik(divan) edebiyatının ilk temsilcisi olarak kabul edilmektedir.

Bunların yanı sıra Ahmet Fakih, Sultan Veled, Gülşehri, Aşık Paşa, Ahmedi, Seyyid Nesimi, Kadı Burhaneddin de bu dönemin güçlü şairleri arasında yer alırlar.[35]

Mevlana Celaleddin Rumi:(1207-1273):

Asıl adı Celaleddin’dir.  “Efendimiz” anlamına gelen Mevlana kelimesi adeta onun adı olmuştur. Anadolulu anlamında “Rumi” diye de anılır.

Mevlana 1207’de Belh’te doğmuştur. Babası Bahaeddin Veled, ünlü bir mutasavvıftı.  Moğol tehlikesi yüzünden memleketini terk ederek  Konya’ya yerleşmiştir. Şems-i Tebrizi ile tanıştıktan sonra tasavvuf yoluna  girmiştir. Mevlana’ya göre Allah aşkı insan ruhunu temizleyip yüceltir.

Mesnevi, Mevlana’nın en tanınmış eseridir. 26 bin beyitten meydana gelmiştir.

“Bişnev ez ney çün hikayet mi koned” cümlesiyle başlayan mesnevinin Türkçe anlamı şöyledir.

Mesnevi’den:

Duy, şikayet etmede her an bu ney

Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.

Der ki:”Feryadım kamışlıktan gelir

Duysa her kim, gözlerinden kan gelir.

Ayrılıktan parçalanmış bir bir yürek

İsterim ben; derdimi dökmem gerek.

(…)

Kandı her şey, tek balık namaz sudan

Gün uzar, rızkın eğer bulmazsa  can.

(…)

Sultan Veled(1226-1312):

Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin oğludur. Babasının düşünceleri ve yaşayışı doğrultusunda Mevlevilik tarikatını kurmuştur. Divanı’ndan başka iki mesnevisi ve Maarif isimli  mensur bir eseri daha bulunmaktadır. Farsça yazdığı bu eserlerinde 20 kadar Türkçe gazeli bulunmaktadır.

Hacı Bektaş-ı Veli(1209 ?-1271 ?):

Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak belli değildir. Anlatılan menkıbelere göre Nişaburludur. Horasan’dan Anadolu’ya gelerek , şimdiki Hacı Bektaş ilçesine yerleşmiştir. Burada İslam tasavvufunu yaymıştır. Yeniçeriler onu pir olarak seçmişlerdir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin, tasavvufi fikirlerini anlattığı Makalat isimli mensur bir eseri vardır.

 Aşık Paşa(1272-1333):

Kırşehirlidir. Ailesi Horasan’dan gelmiştir. İyi bir öğrenim görmüştür. Olgunluk çağında Türk halkına tasavvufu öğretmek amacıyla Garip-name isimli mesnevisini yazmıştır(1330). Aşık Paşa’nın elimizde 67 şiiri bulunmaktadır.

Aşık Paşa, Garib-name’de bilinçli bir şekilde Türkçe yazdığını dile getirmiştir.  Bu bakımdan Aşık Paşa’nın ve eserlerinin ayrı bir önemi vardır.

(…)

Türk diline kimsene bakmazıdı

Türklere hergiz gönül akmazıdı.

Türk dakı bilmezidi ol dilleri

İnce yolı, ulu menzilleri.

Bu Garib-name anın geldi dile

Kim bu dil ehli dakı ma’ni bile.

(…)

Ahmet Fakih(XIV.yy.  ikinci yarısı-XV.yy. ilk yarısı)

Ahmet Fakih’in hayatı hakkında çelişkili bilgiler bulunmaktadır. Son yıllarda Osman Sertkaya’nın araştırmaları aynı dönemde en az beş Ahmet Fakih’in yaşadığını göstermektedir.

Elimizde Ahmet Fakih imzalı iki eser bulunmaktadır. Bunlardan en tanınmışı Çarh-name isimli 100 beyitlik bir eserdir.

Şeyyat Hamza:

Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Halka yüksek sesle şiirler, hikayeler okuyan gezgin dervişlerden olduğu sanılmaktadır. Son yıllarda yapılan araştırmalar onun XIV. yy. ilk yarısında hayatta olduğunu göstermiştir. Şeyyat Hamza’nın bazı şiirleri ile Yusuf ve Zeliha mesnevisi yayınlanmıştır.

                 Hoca Dehhani:

Hayatı hakkında yeterli bilgimiz yoktur. Yazmış olduğu bir kasideden Horasan’dan geldiğini öğrenmekteyiz. Elimizde bir kasidesi ve altı gazeli bulunmaktadır.

Dehhani, dini, tasavvufi  konularda şiirler yazan çağdaşlarından ayrı olarak; daha çok aşak, şarap, tabiat gibi konuları işlemiştir.

Gazel

Aceb bu derdümün dermanı yok mı

Ya bu sabr itmegün oranı yok mı

Yanarım mumlayın başdan ayağa

Nedür bu yanmagun payanı yok mı

Güler düymen benüm ağladuğuma

Aceb şol kafirün imanı yok mı

(…)

Su gibi kanumı toprağa kardun

Ne sanursın geribün kanı yok mı

(…)

Seyyid Nesimi(Ölümü 1404):

Diyarbakır, Irak ve Tebriz yörelerinde bulunduğu sanılan Nesimi, Azeri Türkçesi’ne yakın bir dille şiirler yazmıştır. Hurufiliğin kurucusu Fazlullah-ı Hurufi’nin halifelerindendir. Vahdet-i Vücud düşüncesini Hurufilik çerçevesinde anlatmasından dolayı  Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüştür. Bu olaydan sonra adı efsaneleşmiş, bazı tasavvuf çevrelerinde büyük saygınlık kazanmıştır. Türkçe ve Farsça Divanı vardır.

Tuyuğ

Bi-vefa dünyadan usandı gönül

Yok didi dünyayı yok sandı gönül

Düşdi aşkun odına yandı gönül

Vahdetün kand-abında kandı gönül

Kadı Burhaneddin(1345-1398):

Asıl adı Ahmet’tir. Kayseri kadısı Şemseddin Mehmet’in oğludur. Mısır, Şam ve Halep’te öğrenim gördü. Kadı, vezir ve naiplik görevlerinden sonra Sivas’ta hükümdarlağını ilan etti. On sekiz yıl süren hükümdarlığında iç ve dış güçlerle mücadeleye girişti. Akkoyunlular’ la yaptığı bir savaşta öldürüldü.

En ünlü eseri Divan’ıdır. Bu eser gazel, rubai ve tuyuğlardan meydana gelmiştir.

Tuyuğ

Hakk’a şükür koçların devranıdur

Cümle alem bu demün hayranıdur

Gün batardan gün doğan yere değin

Aşk erinün bir nefes seyranıdur.

Tuyuğ: Tek dörtlükten oluşur.  Aruz vezniyle yazılır. Tuyuğ Türk edebiyatında görülen bir nazım biçimidir. Tuyuğlarda hikmetli, tasavvufi ve felsefi konular dile getirilir.

Ahmed-i Dai(Ölümü 1421):

Germiyan sahasında yetişen Ahmed-i Dai, XIV.yy. ikinci yarısı ile XV. yy. ilk yarısında yaşamıştır. II. Murat’döneminde Bursa’da ölmüştür(1421).

Edebi kişiliğini en iyi yansıtan eserleri Türkçe divanı ve Çeng-name mesnevisidir.

Dini Tasavvufi Halk Edebiyatı

İslamiyetin temel ilkelerine dayanarak nefsi arıtıp, ahlakı güzelleştirerek Allah’a ulaşma düşüncesine tasavvuf denir.

X. yüzyıldan sonra tekkeler çevresinde gelişen tasavvuf düşüncesi, dini-tasavvufi bir halk edebiyatının doğmasına yol açmıştır.

Tasavvuf hareketi Türkler arasında ilk kez Türkistan’da Ahmet Yesevi ile başlamış, daha sonra onun dervişleri aracılığıyla Anadolu’ya yayılmıştır. Onun yolundan giden Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi mutasavvıflar, eserlerinde bu düşünceyi işlemişlerdir.

Dini-tasavvufi halk edebiyatında hem hece, hem de aruz ölçüsü kullanılmıştır.

Nazım birimi genellikle heceyle yazılanlarda dörtlük, aruzla yazılanlarda beyittir.

İlahi, nutuk, devriye, şathiye gibi türler işlenmiştir.

Genelde sade bir dil kullanılmıştır. Dini, tasavvufi kavramları ifade eden kelimeler bulunsa da bunlar dilin genel karakterini değiştirecek oranda değildir.

İlahi: Dini-taasavvufi halk edebiyatında Allah aşkını konu alan şiirlere ilahi denir.İlahiye Bektaşi şairleri nefes, Mevleviler ayin derler. İlahi türündeki şiirler genellikle bestelenmiştir. İlahiler genellikle hece ölçüsüyle ve dörtlüklerle  yazılmışlardır.  Bu bakımdan halk edebiyatı nazım şekillerinden koşmaya benzerler.  Aruz vezniyle ve beyitler halinde  yazılan ilahiler de bulunmaktadır.

Edebiyatımızda ilahi yazan şairlerin başında Yunus Emre, Kaygusuz Abdal ve Aziz Mahmut Hüdayi gelir.

Aşkın aldı benden beni

Bana seni gerek seni

Ben yanarım düni güni

Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinürem

Ne yokluğa yerinürem

Aşkın ile avunuram

Bana seni gerek seni

Aşkun aşıklar öldürür

Aşk denizine daldurur

Tecelli ile doldurur

Bana seni gerek seni

(…)

Cennet cennet didükleri

Bir ev ile birkaç huri

İsteyene vergil anı

Bana seni gerek seni

Yunus çağururlar adum

Gün geçdükçe artar odum

İki cihanda maksudum

Bana seni gerek seni

İlahiler, Yunus Emre’nin şiirinde görüldüğü gibi dil yönünden genellikle sadedir. Allah aşkını konu aldıklarından duygulu ve lirik bir anlatıma sahiptir.

Nutuk: Tarikatlere yeni giren müritlere tarikat prensiplerini öğretmek ve onlara yol göstermek amacıyla mürşitlerin yazdığı şiir türüne nutuk denir.

Tasavvuf  düşüncesi tekkelerde müritlere şeyhler tarafından öğretilirdi.  Bu öğretimde şiir ve  müzik gibi sanatlar birer araç görevi görürdü. Şiirler bestelenerek okunurdu. Bu eserler içinde Allah aşkını coşku ile anlatan lirik şiirler bulunduğu gibi, sadece bazı fikirleri telkin etmeye yönelik didaktik şiirler de bulunmaktadır.

Gel olma Hakk’a asi

Ta gider gönlün pası

Dört kitabın ma’nisi

Var edep öğren edep

Gaflet içinden uyan

Edebsüz olma ey can

Edebdür aslı iman

Var edep öğren edep

Edeb gerektür ere

Ta yolu doğru vara

Edebsüz olma bre

Var edep öğren edep

Kaygusuz Abdal uyan

Aşkı bil, aşka boyan

Şöyle dimüşdür diyen

Var edep öğren edep


[1] Türk Dili ve Ed.Ans. C:2, Dergah Yay., İstanbul 1977

[2] Nihat Sami Banarlı, Edebi Bilgiler, İstanbul 1948, s.134

[3] Banarlı, Edebi Bil., s.135

[4] Dergah, s.263

[5] Dergah, s.  264

[6] Dergah s. 264

[7] Dergah, s.264

[8] Banarlı, Edebi Bil., s.135

[9] Türk Edebiyatı Tarihi, s.7

[10] Dergah, s.264

[11] Dergah, s. 265

[12] Türk Dili ve Ed.Ans. C:2, Dergah Yay., İstanbul 1977

[13] Nihat Sami Banarlı, Edebi Bilgiler, İstanbul 1948, s.134

[14] Banarlı, Edebi Bil., s.135

[15] Dergah, s.263

[16] Dergah, s.  264

[17] Başlangıçtan Günümüze Kadar Büyük Türk Klasikleri(C:I), Ötüken-Söğüt Yay. İst. 1985, 41

[18] F. Kadri Timurtaş, Türk Destanları, Türk Kültürü, s.33

[19] Banarlı, s. 12

[20] Ötüken, s.41

[21] Elçin, Halk Edebiyatına Giriş, s.73

[22] Ötüken, s.4ı

[23] Elçin, Halk Ed. Giriş, s. 74

[24] Elçin, Halk Ed.Giriş,, s.75

[25] Banarlı, Resimli Türk Ed. Tarihi, s. 17-22

[26] Büyük Türk Klasikleri, C:I, Ötüken Yay., s.42

[27] Elçin,  Halk. Ed. Giriş, s. 77

[28] Elçin, Halk Ed.Giriş, s.77-78

[29] Elçin, Halk Ed. Giriş, s.78

[30] Elçin, Halk Ed. Giriş, s. 78

[31]  Necla Pokolcay, İslami Türk Edebiyatı,  İstanbul 1967, s.36

[32] Cemal Kurnaz, Eski Türk Edebiyatı, Ankara 2002, s. 122-123

[33] Diyanet Vakfı, İslam Ans., s. 447

[34] İslam Ans.  S. 446-449

[35] Cemal Kurnaz, Eski Türk Edebiyatı, s.138-139

Categories: Genel

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s