12 Eylül’den önce Divriği’ye Valilik emriyle sürgün edilmiştim. İhtilalle birlikte Divriği’deki sürgün hayatım bitti. O tarihteki Sıkı Yönetim Komutanı, Tezgörücü Paşa’ydı. Kendisini Milli Eğitim Müdür Yardımcısı iken tanımıştım. Paşa’ya telefon ettim; çektiğim sıkıntıları anlattım. Paşa da beni Sivas’a aldı. İmam Hatip Lisesinde göreve başladım.
Öğretmenliğimin en güzel günleri burada geçti. Verdiğimi alıyordum. Liseye gelenler daha çok köy ve kasaba çocuklarıydı. Şehir merkezinden gelen öğrenci sayısı çok azdı.
Sivas’ta bulunan Divrikli’ler her yıl, Paşa Fabrikası’nda Divriği pilavı yaparlardı. Yemek masrafı pikniğe gelenler tarafından karşılanırdı.
On yıl kadar önceydi, eşimi ve çocuklarımı alıp piknik yerine gelmiştim. Benim sosyal demokrat bir yapıya sahip olduğumu bilenler:
Kutlu Hoca, ibadette çok yavansın, hazır buraya gelmişken seni şeyhimizle tanıştıralım, belki faydası olur, diye konuştular. Ben de peki gideyim belki bir faydası olur, dedim… Divriği’nin hacı hoca tayfası önde, ben biraz arkada …Şeyh’in yanına gidiyoruz. Ben Şeyh’i merak ediyorum. Biraz yürüdükten sonra içlerinden birisi:
Şeyh Efendi, kavak ağacının dibinde duruyor. Gider elini öpersin, diye uyardı. Şeyh Efendi’nin yanına yaklaştım. Şeyh Efendi dedikleri Rahmetli Necati Hoca’nın Kuran dersinden kaçan “Ahmet” değil mi? Beni görünce terlemeye başladı, alı al moru mor bir hale geldi. Foyası ortaya çıkacaktı. Ben kendisine yaklaşınca “Ahmet rahat ol” dedim.
Ahmet saygıda kusur etmedi, eğilip elimi öptü. Divriği’nin hacı hoca takımı şaşkınlıklarını gizleyemediler. Bizim şeyhimiz Kutlu’nun elini öpüyor; olacak şey değil diye düşündüler. Şeyhin saygısı karşısında mahcup oldular.
Ben, Şeyh’in yanında fazla kalmadım. Onu müritleri ile baş başa bıraktım… Benim yanımda daha fazla mahcup olmalarına gerek yoktu.