Mine Abla

Mine Abla  komşumuzun yetişkin kızıydı. Ailesi biricik kızlarını çok iyi yetiştirmişlerdi. Mahalledeki kızlara Mine Ablayı örnek gösteriyorlardı.

Annem Mine Abla’yı çok severdi. Bahçe duvarımızın  bir yerine komşu kapısı açmışlardı. Komşu kadınlar bir bahçeden bir bahçeye geçerken bu kapıyı kullanırlardı. Divriği’de bu daracık kapıya “Komşu kapısı” diyorlardı.

Mine Abla, meyveler olgunlaşınca anneme yardıma gelirdi. Kayısı yarar, dut toplar, pekmez kaynatır, pestil yapardı.

 Kız kardeşlerim o yıllarda çok küçüktü, anneme yardım edemiyorlardı. Mine Abla ilkokulu çoktan bitirmişti.  Kız istemeye gelenler Mine Ablaya hayranlıkla  bakıyorlardı. Mine Abla  anam gibi  beyaz tenli  mavi gözlü, sarı saçlıydı.

Mine ablanın ailesi paşazade idi. Dedeleri Birinci Cihan Savaşı yıllarında eldekini avuçtakini yiyip bitirmişti. Fakir düşen bu aile asaletini yitirmemişti.  Biz bu aileyi  ve aile büyüklerini “Hanım teyze,  bey baba “ diye çağırıyorduk.  Divriği’nin asaleti de buradan geliyordu.

Ailenin en küçüğü Mine Abla artık büyümüş, gelinlik çağına gelmişti. Her kız gibi   çeyiz hazırlıyordu. O kadar  terbiyeli bir kızdı ki Annemle konuşurken bile yüzü kızarıyordu.

Aynı mahallede hayvancılık /sürekçilik yapan kalabalık bir aile daha vardı. Anneleri oğullarının  Divrikli bir kızla evlenmesini istiyordu.  Fakat en küçük oğulları Ziya,  Tokatlı bir öğretmene  aşık olmuştu.. Okullar açılmadan  düğün dernek yaptılar ve Ziya’yı Tokatlı öğretmenle evlendirdiler. Daha haftası dolmadan gelin kaynana kavgaya başladılar.

Mine,   bazı günler bize geliyor annemin makinesinde dikiş dikiyordu. Bazen de dikiş dikmek için Tokatlı öğretmenin yanına gidiyordu.

Aradan bir yıl geçmişti. Kaynana gelinine güvenmiyordu. “Düğünde taktığımız altınları alıp Tokat’a götürse diyordu. Aslında altınlar gelinin malıydı, isterse götürür, isterse saklardı.  Bu düşünce ile gözüne uyku girmiyordu.  Tatile çıkmadan bir gün önce gelinin odasına girdi ve altınları güvenilir bir yere sakladı. Artık rahattı.

 Sabah olunca Gelin, altınların çalındığını fark etti. Kaynanasının yanına gitti “Altınlarımı çalmışlar” dedi.  Kaynanası suçu komşu kızı Mine’nin üzerine attı. “Bizim eve dikiş dikmek bahanesi ile Mine gelmişti. Ondan  başka kim çalacak”, dedi. Gelin kaynana gizlice karakola gittiler.. Altınımız çalınmış, dediler.  Bu altınları çalsa çalsa komşumuzun kızı çalmıştır” dediler.

  Ve…Bir sabah erkenden kapıya polisler geldi. Kızın Mine’yi  karakola götüreceğiz, dediler.  Herkes kapıya dikilmişti.  Komşular itiraz ettiler.  Polisler yapacağımız bir şey yok, dediler.  Mine’nin annesi ve babası yani üç masum elleri kelepçeli  karakola  götürüldüler.  Bu güne kadar Divriği’de hırsızlık vakası olmamıştı. Bu masum kişilere atılan iftiraya üzüldüler.

Birkaç gün Mine’den haber alınmadı. Daha sonra altınların bulunduğunu söylediler.   İfadeye göre altınları Çingeneler götürmüştü(?)..  Bu sefer de zavallı çingenelere yüklendiler. Zavallıları geldiklerine ve geleceklerine pişman ettiler…Bu iftiranın da doğru olmadığı   ortaya çıkmıştı.

Mine o kadar çok dayak yemişti ki görenler bu kadar acımasızlık olur mu, dediler. O günlerde kapları  kalaylamak için   Divriği’ye çingeneler   gelmişti. Bunlar da dayaktan nasiplerini aldılar…

Mine çektiği korkudan, yediği dayaktan ve kuru iftiradan yatalak oldu, diktiği elbiselerden birini Mine’nin   tabutuna örttüler…

Zavallı kızın mezar taşı bile olmadı.  Altın peşinde olanlar Mine’den sonra da rahat yüzü görmediler…Yaz tatillerinde  Divriği’ye gittiğimde Mine’nin çektiği acıları hatırlarım…