Köydeki okulum
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra köye vardım. Köylüler erkenden yatmışlar, gaz lambalarını söndürmüşlerdi. Bizi köyün köpekleri karşıladı. Ben kağnının üzerine çıktım, köpeklerin gitmesini bekledim. Köpek sesini duyan birkaç kişi merak edip okula gelmişti. Okulun büyük kapısı kilitliydi. Bekçi pencereden içeri girdi, kapıyı açtı. Kapının karşısında büyük bir salon vardı. Duvarlardan birine yer olmadığı için tabut, teneşir gibi cenaze levazımatını koymuşlardı. Ürpermedim dersem yalan söylemiş olurum. Gemici fenerinin ışığında salonun içini görmeye çalışıyordum. Salona bulgur sermişlerdi. Bulgurun yanında oldukça yaşlı bir kadın yatıyordu. Yaşlı kadın fenerin ışığına uyandı. Bekçi kadına bir şeyler anlatmaya çalıştı. Yaşlı kadını yataktan kaldırıp evine götürdüler. Köylüler gündüzden kaynatılan bulguru yağmur yağınca salona almışlar, okula getirmişler, kadını da bulgurun başına bekçi koymuşlar. Kadının ne gözü görüyor ne kulağı duyuyor…
Salonun sınıfa ve öğretmen odasına açılan iki kapısı vardı. Köylüler eşyalarımı odama taşıdılar. Karyolamı kurdular. Yiyecek maddelerini kilere taşıdılar. Bütün bu işlerden sonra beni evlerine davet ettiler. Gidemeyeceğimi okulda yatacağımı söyledim.
Tuvaletim gelmişti. Bekçiye okulun tuvaleti nerde diye sordum. Okulun yakındaki ahırı gösterdiler, bakımsızlıktan tuvalet yıkılmış. Sabahleyin köyden kerpiç toplattım. Yıkılan tuvaletin yerine yenisini yaptılar.
Sabahleyin Muhtar’ın evine davet ettiler. İlk kahvaltımı Muhtarın evinde yaptım. Köylüler beni aç susuz bırakmıyorlardı. Her gün bir ev beni yemeğe davet ediyordu. Bazen de okula yemek getiriyorlardı.
Köyde bakkal dükkanı yoktu. Tavuk, yumurta et gibi şeyleri köyden alıyordum. Divriği’ye gidip gelenler de çay, şeker, yağ, makarna gibi ihtiyaçlarımı karşılıyorlardı.
Biraz sen beni taşı…. Biraz da…
Öğretmenliğim Divriği’nin İmirhan köyüne çıkmıştı İmirhan Divriği’nin en uzak köyü. Yol yok, iz yok. Beni tanıyan da yok. Divriği’nin Yağbasan köyüne gideceğim, baba dostu Mehmet Dede’nin evinde yatacağım, ertesi gün Dede ile birlikte tayinimin çıktığı İmirhan köyüne gideceğim. Dede beni köylülerle tanıştıracak
Babam Divriği’den beni uğurladı. İlk önce Sincan nahiyesine kadar geldim. Daha sonra köylülerle beraber Yağbasan köyüne gittim. Mehmet Dede beni karşıladı, O akşam Yağbasan köyünde kaldım ve ertesi gün Dede ile birlikte yola çıktık.
Ben o tarihlerde on sekiz yaşındayım. Mehmet Dede elli yaşlarında…Birkaç saat yürüdükten sonra Dede “Kutlu öğretmen bu yol böyle bitmez. Biraz sen beni taşı, biraz da ben seni…
Ben nasıl olur “Dede” dedim. Ben seni taşıyamam ki…Sen benden çok ağırsın… Sen beni taşımaya kalksan çok ayıp olur. Görenler ne der?” dede gülümsedi:
“Oğul dedi, sen benim dediğimi anlayamadın. Yolculuk sırasında biraz ben konuşacağım, biraz da sen…Yol bu şekilde bitecek. “Yaşlı köylüden ilk dersimi almıştım… Öğretmen Okulunda verilen bilgiler köy yolundaki bilgileri karşılamıyordu. Hayat okulundaki öğrenciliğim başlamıştı
Misafir Mihmandır
Divriği yöresindeki Türkmenler misafir ağırlamayı çok severler. Bu gelenek günümüzde de varlığını sürdürmektedir.
Bir tarihte Divriği yakınlarındaki Ahi köyüne gittim. Hüseyin Hür isimli bir Türkmen kocasına misafir oldum.
Bu köyde Ahi Baba’nın toprak damlı ahşap türbesi bulunmaktadır. Türbe, köye hakim bir tepe üzerindedir.
Anadolu erenlerinin türbeleri genellikle yüksek yerlerde bulunmaktadır. Divriği Iğımbat Dağındaki Hüseyin Gazi, Anzağar köyündeki Geyikli Baba, Divriği Yağbasan köyündeki Küsme tepesi , yine Divriği Sarıçiçek yaylasındaki Koca Haydar yatırı tepe üzerindedir.
Hüseyin dede bize türbe hakkında bilgi verdi. Duamızı ettikten sonra eve döndük. Sonra yemek faslına geçildi. Sofrada ne yoktu ki : Tavuk eti, sığır kıyması, tandır ekmeği, peynir, taze yağ, oğul balı, domates, soğan, karpuz ve bol kaymaklı yoğurt… Biz yedik içtik, sonra Hüseyin dedeye teşekkür ederek evden ayrıldık.vbBen kendisine evden ayrılırken “Hüseyin dede bu kadar masrafa ne hacet, biz peynir ekmekle de karnımızı doyururduk “ dedim. Hüseyin dede bütün cömertliği ile “Oğul oğul bizim töremizde, misafir mihmandır, mihman dehmandır, dehman Ali’dir “ diye karşılık verdi. Yani evimize gelen her misafir Hz.Ali gibi hürmet görür. Seni de mihman gördük…Bu sofra Ali’nin sofrasıdır.
Bu atasözünü ilk defa duymuştum. Türk misafir severliği ve Ali sevgisi bu sözde düğümlenmişti. Anadolu’daki her Türkmen evi Hüseyin Dede’nin evi gibidir; kapıları ardına kadar açıktır.
Savrun köyü
Öğretmenlik yaptığım köy ormancılıkla geçiniyordu. Köy bodur meşe ağaçları ile kaplıydı. Doğru dürüst bir denetim olmadığı için koruluk her yıl biraz daha küçülüyordu. Köylüler kestikleri ağaçları eşeklerle kasabaya götürüyor, sokak aralarında satıyorlardı. Orman bekçileri yeterince müdahale edemiyordu. Zaten kasabada topu topu iki bekçi vardı.
Köylüler eşek uzmanıydı. Eşek alırken hayvanın burun deliklerine, kulaklarına, arka ve ön bacaklarına, tüylerine ve kuyruklarına bakarlardı. Yük taşıyacak hayvanı test ederlerdi. Kasaba ile köy arasında yirmi kilometre yol vardı. Her gün bu yolu gidip gelirlerdi.
Yaşlanan eşekler ahıra alınmazdı. Bunlar kaderlerine terk edilirdi. Nadasa bırakılan tarlalarda kuru ot yiyerek dolaşırlardı. Kar yağıp da yollar kapanınca kurt sürüleri köye inerdi. Çoban köpekleri de kuytu bir yer bulup kışı geçirirlerdi. Başıboş hayvanların kaderi kurtların insafına terk edilirdi.
Bunlardan biri de Nuri’nin eşeği idi. Nuri yaşlı eşeği ahıra almamıştı. Köylüler: “ Nuri, bu senin yaptığın insanlığa sığar mı? Yıllarca odununu taşıdı, her işini gördü; şimdi de yamaçlarda geziyor. Yaşlı bir eşeği besleyemedin mi?” Diyorlardı. Nuri arsız arsız gülüyordu…
O yıl eşeği kurtlar yemedi. Eşek günlerce köyün sokaklarında dolaştı durdu. Duyduğuma göre Nuri aklı erik birisine sormuş, ben bu eşekten nasıl kurtulurum “ diye. O da eşeği kesmek olmaz, ölümünü beklersin” demiş. Başka birisi de “ Nuri düşündüğün şeye bak, bir çukur kazarsın eşeği bu çukura yuvalarsın .” demiş. Bu seçenek Nuri’nin aklına yatmış. Nuri bir çukur kazmış, hayvanı çukura yitmiş. Sonra da toprak doldurmaya başlamış. Hayvanın dışarıda kalan kuyruğu günlerce sallanmış….
Köye inen kurtlar Nuri’nin eşeğini çukurdan çıkarıp yemişler. Bahar gelip de karlar eriyince, eşeğin kemikleri ortaya çıktı.
Sümüklü Bekteş Emmi
Bekteş Emmi o köyün en yaşlı, en hastalıklı ve en bilgili kişisiydi. Köylü, arazi kavgalarında, kız kaçırmalarda Bekteş Emmi’nin hakemliğine baş vururdu. Ben de zaman zaman Bekteş Emmi’ye danışırdım. Ondan çok şey öğrendim. O bir halk bilgesiydi.
Zamanının çoğunu toprak damlı evinin önünde geçirirdi. Ev dediysem ev değil ya…Küçük bir ahır. Tepeden penceresi var. Gece gündüz karanlık.
Dışarı çıkacağı zaman torunlarından birisi koluna girer onu kapının önündeki mindere oturturdu. Ben de Bekteş Emmiyle “hoş beş” ederdim.
Havalar soğuyuncaya kadar evinin önünde otururdu. Çok sigara içerdi. Bıyıkları kirli sarı olmuştu. Burnunu çekip dururdu. O yüzden kendisine Sümüklü Bekteş derlerdi.
O her yıl Kasım ayı geldiğinde eşyalarını içeri taşıtır, havaların ısınmasıyla beraber kendisine ayrılmış olan mekanından dışarı çıkardı. Köylü mevsimin değiştiğini Bekteş Emmi’nin muhaceretinden anlardı.
Bekteş Emmi soğuk ve yağışlı günlerde pek dışarı çıkmazdı. Ahırdan bozma evinde otururdu.
Köyün yaşlı ve fakir insanları da karlı ve soğuk günlerde ahırda yatarlardı.
Mayıs adı verilen hayvan pisliği ahırı ısıtırdı. Köylünün en ucuz ısınma aracı ahırın bir köşesine yığılan hayvan dışkısıydı.
Bekteş Emmi çoban takvimi gibiydi. Sonbaharda ahıra girer ilk baharda havalar ısınınca evinin önüne çıkardı. Köydeki kadınlar Bekteş Emmi’nin dışarı çıktığını görünce “Bekteş Emmi kapıya çıkmış, bahar geldi” diye birbirlerine haber verirlerdi. O, köyün meteoroloji uzmanıydı. Koç katımı, Saya Gezme, Kuzu Meledi. Nevruz, Hıdırellez gibi mevsimlik toplu törenlerde Bekteş Emmi’nin bilgisine başvurulurdu.
Köydeki sünnet düğünü
Okullar kapanmak üzere. Öğrencilerin her biri bir yerde. Ben de bahçeye diktiğim ağaçları suluyorum. Karneleri yazıyorum. Muhtarın oğlu Recep yanıma geldi, babasının selamını getirdi. Sıhhiye (Sağlık) Memuru Tahsin Efendi köye gelmiş. Onun gelmesi başlı başına bir hadise. 1960’lı yılarda kasabanın sağlık evinde iki sağlıkçı var. Bir de doktor… Sağlık memuru her zaman köye gelmiyor. Muhtar da bunu fırsat bilip sünnetsiz çocukları sünnet ettirmeye karar vermiş. Benim bunlardan haberim yok.
Muhtarın evine gittim. Sağlık memuru Tahsin Efendi benim akrabam. Benden yaşça çok büyük. Elini öptüm. Hasret giderdim… Yemek yedik, çay içtik. Bütün bunlardan sonra asıl konuya geçtik. Muhtar benden önce çocukları ahıra toplamış, kapıyı da kilitlemiş. Çocuklar da sünnet olacaklarını anlamış bağırmaya başlamışlar…
Ahıra gittik. Sünnetsiz çocukların hepsi fakir, çoğunun da babası yok… Babası olanlar da Ankara’ya, İstanbul’a gitmişler…. Siz çocuğumuzu bizden habersiz nasıl sünnet edersiniz? diyen yok. Ben evden çay şekeri getirdim. Sünnet esnasında ağzına veriyoruz.
Sağlık Memuru kapının önünde oturuyor. Muhtarın oğlu tavuk yakalar gibi çocuk yakalıyor. Ahır karanlık olduğu için kimin yakalandığı belli değil. Bekçi, yakaladıklarını muhtara getiriyor. Muhtar da kirvelik yapıyor. Tahsin Efendi de çocukları sünnet ediyor. Çocuklar canları yandığı için ne öğretmen tanıyorlar, ne muhtar. Bol bol küfür ediyorlar. Kesme işlemi tamamlandıktan sonra sünnetli çocuklar babalarının, dayılarının, ağabeylerinin kucağında eve götürülüyorlar. Daha sonra diğerler getiriliyor. Feryat, figan, göz yaşı ve küfürler ayyuka çıkıyor…Ben de bu küfürlerden nasibimi alıyorum.
Operasyon sünnetsiz çocuklar sünnet olana kadar sürüyor. Çocuk sahipleri kirvelerine ve sağlık memuruna teşekkür ediyorlar. Sünnetten kaçanlar ertesi yıla kalıyorlar. Uzatmaları oynayanlar askerde sünnet oluyorlar….
Hatıralarımı yazarken kasabada yapılan davullu zurnalı düğünler aklıma geliyor. Bu köyde sünnet elbiseli çocuklar hiç olmadı. Fakirliğin gözü kör olsun.