Bu zatın ermişliğine inanırlardı. O deli değil inzivaya çekilmiş bir veli idi. Çarşı ile evi arasında gidip gelirdi. Tanımadığı kimselerin yemeğini yemez, çayını içmezdi. Kehribar gibi Bitlis tütünü içerdi.
Anlattıklarına göre bir tarihte İstanbul’da oturan bir arkadaşı Arif Efendiye hediye göndermek ister fakat bir türlü gönderemez.
Aynı tarihlerde Divriği eşrafından Fahri Divrik dükkanına mal almak için İstanbul’a gelir. Galata köprüsünden geçerken fakir bir adam Fahri Beyin arkasından seslenir, Fahri Bey de, arkasına dönüp bakar. Yaşlı bir adam arkasından gelmektedir. Bu adam küçük bir tezgah açmış tezgahında eski ve yırtık ayakkabıları tamir etmektedir. Çay içme faslından sonra ayakkabı tamircisi Fahri Bey’e kim olduğunu ve nereden geldiğini sorar. Fahri Bey de Divrikli olduğunu, kumaş almak için İstanbul’a geldiğini söyler. Tamirci de benim Divriği’de bir kardeşim var, sana bir emanet versem götürüp teslim eder misin? der. Fahri Divrik’de bugün çok işim var, yarın dükkana uğrar emanetleri alırım” der fakat eskiciye uğrayıp emanetleri almadan trene binip yola çıkar. Divriği’ye gelince verdiği söz aklına gelir: “eyvah emaneti unuttum” der.
Arif Efendi, herkesten önce istasyona gelmiştir. Fahri Beyi karşılamaya çıkar. Olan bitenleri kalp gözüyle gördüğü için Fahri Beyi teselli eder. “Bir dahaki gelişte İnşallah unutmazsın” der.
Arif Efendinin iyi bir tahsil yaptığı söylenir. Onun yaşadığı yıllarda ben ortaokula gidiyordum. Üzülerek söyleyeyim: Divrikliler onun kıymetini bilmedi.