Ben ilkokulu mahallemizdeki İstiklal İlkokulu’nda okudum. Tek katlı, kerpiç örgülü ahşap bir binaydı. Öğretmenim Kazım Hayran’dı. Okulun hatta Divriği’nin en cüsseli öğretmeniydi. Öğretmenlik mesleğinin son yıllarıydı.
Ömrünün elli yılını okullarda geçirmişti. Kazım Hoca’nın saygınlığı vardı. Ben okumayı-yazmayı Rahmetlik hocadan öğrendim. “İlk okuma” adlı kitabı okumaya başladıktan sonra dünyalar benim olmuştu.
Kitapta geçen metinleri ezberlemiştim…
“Annelerini beklerken” adlı metinde yaramaz çocuklar tarafından sapanla vurulan bir kuşun ölümü anlatılır. Yuvadaki küçük kuşlar “Cik..cik…” diyerek annelerini beklemektedir. Akşama kadar acı acı öten kuşlar, açlıktan ve susuzluktan ölürler…
Kitaptaki başka bir metinde ilkbahar mevsimi anlatılır. “Coşkun akar dereler/derelerin sesini dağlar uzaktan dinler…” şeklinde bir şiirdi. Bu şiiri o kadar sevmiştim ki yıllarca mırıldanıp durdum.
Bizim zamanımızdaki metinler ağaç sevgisi, kuş sevgisi, insan sevgisi, tabiat sevgisi gibi sevgileri aşılardı. Şimdi bilmiyorum okullarda hangi sevgi aşılanıyor.
Danalık
Okulun küçük bir bölümü bizim oyun sahamızdı. Burada küçük çocuklar oyun oynardı. Aramıza büyükler girmezdi. Küçük çocuklar danaya benzetildiği oyun yerimize danalık derlerdi. Teneffüslerde kendimizi danalığa atardık. Burası büyüklerin oynamasına müsait değildi. Uzun boylular Danalık’ta oynamazdı. Biraz büyüyenler Danalığı yeni gelen danalara bırakırdı.
Ayı oynatma
İstiklal İlkokulu’nun son sınıfında iken kasabaya Çingenler geldi. Bir tanesi def çalıyor, diğeri de ayının burnuna takılan ipi çekiyordu. Hayvanın canı acıyordu. Çıkardığı homurtudan kızgınlığı anlaşılıyordu.
Çingeneler gidince aklıma bir yarmazlık geldi. Arkadaşlarımı burunlarına ip takıp, def çalarak oynatacaktım.
Rahmetli babam okulumuzun öğretmeniydi. Okulun bahçesinde bir kalabalık ve def sesleri gelince merak edip bahçeye inmiş. Ben ayı oynatmaya kendimi o kadar kaptırmışım ki babamın geldiğini görmedim Okulun diğer öğretmenleri de seyre gelmişler. Son sınıf öğrencilerinden birini ayı kılığına soktum, burun deliğinden ipi soktum ve genzinden çıkardım. Sonra bir düğüm attım. Burnu acıdığı için istediğimi yapıyordu.
Haydi Kocaoğlan! Kadınlar hamamda nasıl yıkanır? Nasıl taranır, nasıl giyinir? İhtiyar adamlar nasıl bayılır?…
Kimse derse girmek istemiyordu. Okula ayı gelseydi bu kadar şamata olmazdı.
Bit Muayenesi
Her gün derse başlamadan önce bit muayenesi yapılırdı. Dördüncü ve beşinci sınıfın kız öğrencileri birinci, ikinci ve üçüncü sınıfın öğrencilerini muayene ederdi. Bit çıkan öğrenciler evlerine gönderilirdi. Rahmetli annem sabahleyin okula gitmeden önce iç çamaşırlarımda bit arardı. Ben son sınıfta iken DDT adlı ilaç yeni bulunmuştu. Gazyağı içinde eritilen DDT adlı ilaç püskürtülerek kullanılırdı.
Hıbilik…Hıbilik
Okulun küçük bir odası hademelere verilmişti. Bunlar iki kişiydiler. Bir hafta Mustafa Efendi, diğer hafta da İsmail Efendi nöbete kalırlardı.
Bir sabah duyduk ki Mustafa Efendi’yi Hıbılik boğmaya kalkmış. Çocuklar meraklı olur. Alkarısı, cin, şeytan, peri kızı, iyi saatte olsunlar, hıbilik… gibi akıl dışı unsurlar hayal dünyalarında yer alırdı.
Söylentilere göre hademelerin kaldığı odada hıbilik varmış. Bunlar zaman zaman odada tek başına yatanların yatağına girerlermiş. Kap kara , uzun tüylü, büyük bir kediye benzeyen, gözleri parlak yeşil varlıklarmış. Yarı uyanık insanların üzerine yatar, insanlara nefes aldırmazmış…Üzerine hıbilik çöken insanlar kan ter içinde kalırlarmış. Bağırmaya kalksa da bağıramazlarmış. Halk bu hayali varlıklara “kara kura” da dermiş.
Mustafa Efendi de el kadar çocuklara hibilik’i anlatır onların korku dolu bakışlarından zevk alırdı. Anneler ve babalar Mustafa Efendi’yi ikaz ettikleri halde o yine bildiğini okurdu. Tamirat sırasında hademe odası malzeme deposu olunca hıbilik de kayboldu gitti….