Hatıralar Işığında Sivas Öğretmen Okulu

Sivas Öğretmen Okulu’nun yetmiş  yıllık hayatımda büyük bir yeri vardır.  Öğretmen Okulu’nun taş binası binlerce hatıra saklar. Bu binada  acı ve tatlı  hatıralarımız olmuştur. Ben bugün Sivas Öğretmen Okulunun kimliğini taşımaktayım. Bugünkü Sivas gençliğini çeşitli yıllarda mezun olan öğretmenler yetiştirmiştir. Sivas gençliği, bu okulun eseridir.

 1956’lı yıllarda 16 yaşında olan bu nesil  bugün yetmiş yaşın üzerindedir. Her gün olmasa bile her ay yaşlı bir öğretmen aramızdan ayrılmaktadır. Bu yazıyı kaleme aldığım tarihlerde ( 06 Mayıs 2011 ) Sivas’ın en sevilen öğretmeni Ali Dayı’yı da yitirdik. Arkadaşları yitiriyoruz, bari hatıralarımızı yitirmeyelim diye bu yazı serisini hazırladım. Şunu unutmayalım ki yeni nesil bizim eserimizdir, bundan böyle de bizim eserimiz olacaktır. Baş Öğretmen Atatürk her zaman tahta başında duracaktır.

Yazı Hayatımın Başlaması

Benim yazı hayatım Sivas İlk öğretmen Okulu’nda başladı. Daha ortaokul sıralarında iken “Foton” adlı bir dergi çıkardım. Dergiyi daktilo ile tek nüsha olarak yazıyorduk. Herkes sırayla okuyordu. Bizi gören diğer öğrenciler de bir dergi çıkardılar. Dergide çeşitli haberler yer alıyordu. Birkaç da şiir koymuştuk.

Öğretmen okuluna gelince Kültür Başkanı oldum. Hüsniye Aker adlı hocamız  beni seçti. Okulun  duvar gazetesini çıkarmaya başladım. Emeği ben çekiyordum.  Arkadaşlarım da zaman zaman yardım ediyorlardı.

Ben yazı hayatına şiir ile başladım. İlk şiirim Arif Nihat Asya’nın  “Bayrak” şiirinden esinlenerek yazılmıştır. Şiirim Taşhan içinde basılan  19 Mayıs 1959 tarihli“Yurt” gazetesinde çıktı. O kadar sevinmiştim ki gazeteyi belki yüz defa okudum. Arkadaşlarıma gösterdim….Bayrak adlı şiirim daha sonra Tahir Puğat’ın hazırlamış olduğu “İlk öğretmen Okullarından Şiirler(1959)”  adlı antolojide çıktı.

Öğretmen Okulu’ndan mezun olunca köy öğretmenliğine başladım. Yazılarım Yurt Gazetesi’nde  devam ediyordu. Şiirlerimi antolojilere gönderiyordum.  İki şiirim “Genç Şairler Ansiklopedisinde (1962-1963)“ yayımlandı.

Sivaslı Mehmet

Yağız bir delikanlıydı Sivaslı Mehmet

On yedisine değmişti bu yıl

Başaklar içindeydi “Orta Yayla”

Kağnılar buğday taşıyacaktı gene

Sabahlara dek sırayla.

Sivas’ın havası serin

Kızılırmak aktığından yana deli

Kavaklaşıyordu Mehmet şehre geldiği gün

Tekke önleri.

Bir bulut çökmüştü Sivas eline

Ve bir sabah askere çağrıldı Mehmet

Mehmet on yedisinde delikanlı

Gözü arkasındaydı Mehmet’in

Sarıkız’a sevdalı.

(1963)

Seni Görmeden Önce

Seni görmeden önce

Mesut geçerdi günlerim

Sokaklarda gün boyu

Avare dolaşmazdım.

Belki hiç geçmezdim

Evinizin önünden

Yatağıma erken girerdim

Sıyrılırdım düşüncelerimden

Güç gelmezdi geceler

Sensiz olurdu rüyalarım

Seni görmeden önce ben

Mesuttum, bahtiyardım.

 (1963)

Akşam olunca yarelerim sızlar

Yatılı bir okulda  okumak  çok zordur. Ortaokulu yeni bitirmiş genç bir çocuksun. O tarihe kadar kasabadan veya köyünden dışarı çıkmamışsın. Kimseyi tanımıyorsun; onlar da seni tanımıyor. Haberleşme çok zor. Telefon bağlantısı yapılmıyor. Telefon sadece resmi dairelerde  var. Şimdiki gençler çok şanslı, Ham seslerini duyuyor, hem görüntü var.

Şair “Dağlar kalkmıyor kardan; haber yok nazlı yardan” demiş. Bu türkü  tam Sivas’a göre. Mektuplar bile bir haftadan önce gelmiyor. Gelen mektuplar tekrar tekrar okunuyor.

Alıştığınız bir mutfak var; ananızın pişirdiği yemekleri yemişsiniz… Koca koca bakır kazanlarda yemekler pişiyor. Tencerede pişen yemeklere hasretsiniz.

Sonbahar gelince bol bol kapuska yerdik. Kapuska lahananın  suda haşlanmışıdır. İlk birkaç gün lahana yerdik daha sonraki günlerde nefret ederdik.

Yatakhane ağlama duvarı gibidir. Akşam olup da yatağınıza girerseniz , içinize bir hasret çöker. Annenizi, babanızı ve kardeşlerinizi  hatırlarsınız. Yalnızlığınız gittikçe artar. Daha sonra yorganı yüzünüze çeker hazin hazin ağlarsınız.

Bazıları türkü söyler…Öğrencilerin çok zengin bir türkü külliyatı vardır. O yıllarda ya türkü söylenir, ya da şarkı…Acı biberli Arabesk türküler, pop şarkıları, arajmanlar henüz tedavüle çıkmamıştı.

“Hasretim ben Leyla’ya/ Yüzü benzerdi aya…

Yahut “Mektebin bacaları…Ders verir hocaları”

Ve yahut “ Evlerinin önü yonca/Yonca kalkmış dam boyunca…”  gibi şeyler söylenirdi.

Aradan birkaç ay geçince türkülerin konusu değişirdi. Aşk, sevda, hasret kokan yanık havalar koridorları doldururdu. Ağır bir romantizm memlekettekileri unuttururdu. Daha önce anaları, babaları ve kardeşleri için ağlayanlar şimdi sevgilileri için ağlarlardı. Mektuplar artık memlekete değil sevgiliye yazılırdı… Pembe kağıtlar bu iş için kullanılırdı. Beyaz kağıtlar dilekçe yazmak içindi.

Aşk mektubu yazmakta tecrübesiz olanlar uzman mektupçulara baş vururlardı. Üçüncü sınıftaki ağabeyler bu işi seve seve yaparlardı. Ben de öğrencilik yıllarımda tecrübesiz gençlere yardım ve yataklık etiğimi itiraf ederim.

Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünü de yatılı olarak okudum. Gazi’nin yatakhanesi de Öğretmen Okulundaki yatakhane gibiydi. Gece geç saatlere kadar yüksek sesle konuşanlar ikaz edilir, fakat bir sonuç alınmazdı.

Yatakhaneler dertlerin paylaşıldığı bir mekandır. Uykusuz gecelerimizi  hayal dünyamızla paylaşırdık. Yatılı okullar dertli insanların toplandığı yerdir.

Amerikan peyniri

Ben Sivas Öğretmen Okulu’na yatılı olarak girdim. Her yıl sonbahar gelince aşçılar bakır kazanlar içinde tereyağı kaynatırlardı.

1956’lı yıllarda Vita, Sana gibi yağlar mutfaklarımıza girmemişti.

Ben son sınıfta iken bunlar da mutfağımıza girdi. Artık yemeklerimizde doğal yağlar kullanılmıyordu. Derken… yatılı okulların mutfağına Amerika’dan gelen süt ve peynir de girdi. Koyu renkli, kaşar peynirine benzemeyen bir peynir çeşidi masalarımıza kondu. Yatılı öğrenciler peyniri top yapıp birbirlerinin üzerlerine atmaya başladılar. Okulun yemekhanesi oturulmaz hale geldi.

Türk mutfağı Amerika mutfağına benzemiyordu. Bu peynirler yatılı öğrencilere sabah kahvaltısında zorla yediriliyordu. Zorla yiyenler kusuyordu…

Amerika’dan gelen süt tozları de iğrençti. Kahvaltılarda çayın yerini kazanlarda hazırlanan sütler almıştı. Bakanlık süt tozlarını bir türlü bitiremiyordu. Bütün öğrencilere süt içiriyorlardı. Amerika’dan gelen peynir ve süt tozu dağları bir türlü erimiyordu.

Öğretmenler işi gücü bırakmış her gün kazanlarda süt kaynatıyorlardı. Bazıları süt tozlarını gizlice öğrencilere dağıtıp evde içersiniz diyorlardı.  Köylere bakır kazanlar dağıtılmıştı. Çocuklar okula gelirken bardak da getiriyorlardı. Bu işkence yıllarca sürdü.

Kirli Turan’ın yatağı

Her yıl son sınıf öğrencileri Sivas’ın yakın köylerine staja giderdi. Staj birkaç ay sürerdi. Bu nedenle Öğretmen Okulu’nun öğrencilerine tencere, tava, bıçak, kaşık, tabak… gibi şeyler verilirdi. Ayrıca bulgur, pirinç, yağ, soğan, patates, salça, reçel, zeytin gibi  yemek malzemeleri de  staj yapılan köye gönderilirdi.

İdareciler bu köyleri önceden tespit ederlerdi. Öğretmen namzetleri köy lojmanında kalırlardı. Öğrenciler müdürden ve öğretmenlerden ders anlatmanın inceliklerini öğrenirlerdi. Sivas’a bilgi ve beceri kazanarak dönerlerdi. Son sınıf öğrencileri öğretmenler gibi hürmet görürlerdi.

Yemeğimizi kendimiz pişirir, kendimiz yerdik. Çamaşırları da kendimiz yıkardık. Yatağımızı toplar, odayı süpürür, bulaşıkları yıkardık.

Altı arkadaş sınıftan bozma büyük bir salonda yatıyorduk. Her yerin bir kuralı olduğu gibi salonun da bir kuralı vardı. Turan adlı arkadaşımız kolaylık olsun diye yorganı yatağına dikmişti. Uyku tulumuna girer gibi yatağına girip çıkıyordu. Turan’ın yatağa her giriş çıkışında kirli bir çorap kokusu salonu kaplıyordu. Arkadaşlar birkaç defa uyardı, Turan aldırış etmedi…. Benim aklıma bir muziplik geldi. Turan uyuduktan sonra tek kişilik ranzasının  etrafına biraz alkol dökeceğiz, sonra da yanıyorsun “ eşşoğlu  eşek” diye bağıracağız.

Nitekim öyle de oldu. Gece yarısından sonra herkes yatağına girdi. Biz iki arkadaş Turan uykuya dalınca tabana döktüğümüz ispirtoyu yaktık. Sonra da bağırmaya başladık” Arkadaşlar yanıyoruz” diye.  Turan şamatamıza uyandı. Yataktan çıkmaya başladı… Kaplumbağanın kabuğundan çıkması gibi. Kafası ve elleri dışarıda, ayakları ve arkası yatağın içinde. Karyola  ters dönmüştü. Kendisi bu halde iken iki eliyle sürünüyordu.

Bu kadar eziyet yeterdi. Turan’ı uyku tulumundan çıkardık. Hiçbir şey olmamış gibi davrandık. Bir daha mı, Allah korusun. İlk işi yatağı ve yorganı sökmek oldu.

Çavuş Emmi

Çavuş Emmi öğretmen okulunun baş hizmetlisi idi. Adını kimse bilmezdi.  Kore Savaşı’na katıldığı için kendisine Çavuş Emmi derlerdi. Derdimizi, çaresizliğimizi, garibanlığımızı Çavuş Emmi’ye anlatırdık. O da “Yavru, üzülme her şey düzelir, ilk sene böyle geçer, ikinci sınıfa gelince okulu seversin” derdi.

Okulun temizliği, mutfak, çamaşırhane, banyo düzeni Çavuş Emmi’den sorulurdu.

Bin dokuz yüz ellili yıllarda kışlar çok soğuk geçerdi. Musluklardan akan sular hemen donardı. Hizmetliler ellerine kazma alıp  yalaklarda biriken buzları kırarlardı.

Çektiğimiz sıkıntıları Çavuş Emmi’ye anlatırdık. O da tatlı dili ile bir çözüm üretirdi. Pazar günleri yataktan geç kalktığımız için kahvaltıları erken kalkan öğrenciler  yerdi, biz de aç kalırdık. Böylesi durumlarda Çavuş Emmi’yi bulup derdimizi anlatırdık. O da bize çay, zeytin, ekmek bulup getirirdi.

Hamam kağıdı

Öğretmen okulunun banyosu yoktu. Öğrenciler hafta içinde  hamama giderlerdi. Bizim gittiğimiz hamam, okula yakın “Çay Hamamı”  idi.  Okul idaresi ucuz olsun diye bizleri sabah namazında hamama  gönderirdi.   Uykulu uykulu yataktan kalkar, karanlık sokaklardan geçer, titreye titreye hamama giderdik.  Gücü yeten gücü yetene. İri cüsseli öğrenciler   istedikleri gibi yıkanır, benim gibi çelimsizler ıslanıp çıkarlardı.

Okulun sobası

Kış gelince okulun  hizmetlileri soba yakmaktan temizliğe zaman bulamazdı. Sınıfların büyüklüğüne  göre pik döküm sobalar vardı. Hizmetliler erken saatlerde sobayı yakar, daha sonra temizliğe başlarlardı. O yıllarda okullara kalorifer girmemişti. Hatta resmi devlet dairelerinde bile sobalar yanardı.

Havaların eksi on, eksi yirmi bazen de   eksi otuz gibi derecelerinde soba sınıfları ısıtmazdı. Öğretmenler ve öğrenciler sobanın yakınında otururlardı. Yatakhane  ikinci katta idi. Garaj adı verilen büyük yatakhanede soba yakılmazdı. Söylentiye göre bir tarihte soba  devrilmiş, okul büyük bir yangın tehlikesi atlatmıştı. Bu nedenle büyük yatakhanede soba yakılmamaya başlanmıştı.

Derin dondurucu gibi olan yatakhanede pijama giyilmezdi. Herkes pantolonu  ve yün hırkaları ile yatağa girerlerdi. Sonbaharda yatakhanenin zeminine giren iri fareler, kışın donar, yaz gelince pis pis kokarlardı. Hademeler kokunun geldiği taban tahtalarını söker, fare leşlerini dışarı atarlardı.

Naylon

Lakapsız öğretmen çok azdır.  Yiğit namı ile anılır.

Naylon da böyleydi. Tarih dersine girerdi. Yeni gelen öğrencilere tarih dersinize kim giriyor deyince “Naylon” diye seslenirlerdi.

Mesleğini seven bir öğretmendi. Derse o kadar dalardı ki zilin çaldığını bile duymazdı. Naylon’nun dersine giren öğrenciler fazla mesai yapmak zorunda kalırlardı. Kendi dersini anlattığı gibi başka  öğretmenlerin de ders saatlerini çalardı. Benim  öğrencilik yıllarımda en nefret ettiğim şey  öğretmenlerin  dersten geç çıkmasıydı.  Tarih öğretmenimiz de  dersten geç çıkmayı alışkanlık haline getirmişti.

Hiç unutmam öğrenciler bir gün okula davul  getirmişler,  Naylon’a duyurmak için koridorda   çalmaya başlamışlardı. Ne gürültü, ne gürültü… Yine de Naylon’a duyuramamışlardı.

 Yan sınıftaki öğrenciler de “Bayram değil, seyran değil bu davul neyin nesi” diye merak etmişlerdi.

Bu  durumu idareciler de biliyordu. Fakat yapacakları bir şey yoktu.

Mehmet Abim’in Okula Gelmesi

Gurbette insan çok yalnızdır. Memleket hasreti ile yatıp kalkar. Köyümden, kasabamdan bir kişi gelse de oturup konuşsam, derdimi paylaşsam der. Hele yatılı bir okulda okuyorsa tek başına kaldığında içine hüzün çöker.

Hüzünlü günlerimden birinde Osman Dayımın oğlu Mehmet abim geldi. Doğrusu  beklemiyordum. O tarihlerde Mehmet Abim Kayseri Şeker Fabrikasında çalışıyordu. Aklına ben gelmişim, o da gidip Kutlu’yu göreyim demiş. Ben de o gün tatil olduğu Sivas’a inmedim. Gidip  öğle uykusuna yattım. Arkadaşlarımdan biri geldi, misafirim olduğunu söyledi. Hemen aşağı indim. Mehmet Abim havuzun kenarında  bekliyordu.   Koşarak yanına gittim. Birbirimizi çok özlemiştik. Sarılıp öpüştük. O sordu ben anlattım, ben sordum o anlattı. O gün akşama kadar oturup konuştuk. Mehmet ağabeyimin getirdiği yiyecekleri yedik.

Dünyalar benim olmuştu. Benim de bir ziyaretçim vardı. Benden istediğin bir şey var mı diye sordu. Sağ ol her şeyim var, diye cevap verdim. Yine de o zamanın parası ile yirmi lira verdi. İlk defa bir yakınımdan harçlık alıyordum.

Param vardı, rahmetli babam beni parasız bırakmıyordu ama bu davranışın ayrı bir yeri vardı. Aradan elli yıl geçti, Mehmet Abim rahmetlik oldu gene de bu güzelliğini unutmuyorum.

Bit salgını

Hemen hemen her yıl okulda  bit salgını olurdu. Okul yönetimi bitlere çare bulamaz, biz yatılı öğrencileri izin verip memleketlerine gönderirlerdi. Yatakhaneler baştanbaşa ilaçlanırdı.

İkinci ve üçüncü sınıf öğrencileri ayrı ayrı küçük yerlerde yatarlardı. Onların imtiyazı vardı. Birinci sınıf öğrencileri son sınıfların yatakhanelerine giremezdi. Böyle yapanlar dışarı çıkartılırdı. Yazılı olmayan bu kural yönetmeliklerden daha baskındı

İdam Cezası

O tarihlerde idam cezası vardı. İdamlıkların işlediği suçlar yanlarına kar kalmıyordu. Halk da bundan ibret alıyordu.

Siyaset meydanı, yani idam sehpasının kurulduğu yer “Kapalı Cezaevi’ne yakındı. Sehpa akşam ezanından sonra  meydana kurulurdu.  Verilen ceza halkın huzurunda infaz edilirdi.

Öğretmen Okulunda okuduğum yıllarda bu meydana birkaç  defa darağacı /idam sehpası  kuruldu.

Suçlu ne zaman asılacağını bilmeden, derin bir uykuya dalar , sanki yaşayacakmış gibi hayaller kurardı. Gecenin bir saatinde gardiyanlar suçluyu uyandırır: “Gözün aydın, idamdan kurtuldun, bundan sonraki cezanı Yozgat Cezaevinde geçireceksin” derlerdi. Suçlu buna inanır mı, inanmaz mı? Orası belli değil. Koğuştan çıkarılıp idam gömleği giyince bağırıp çığırmaya başlar; biraz daha yürüyünce sehpayı görürdü. Elleri kelepçeli mahkumun göğsüne idam yaftası asılırdı. Gardiyanlardan biri yüksek sesle  yaftayı okurdu. Savcı, doktor ve  gardiyan  meydanda toplanmış olan halk mahkeme kararını dinlerlerdi. Cellat, yağlı ipi suçlunun boğazına geçirirdi.

Son isteği sorulur muydu, sorulmaz mıydı onu bilmem. Yalnız  halkın çıkardığı uğultuyla birlikte mahkumun ayağındaki sandalye çekilirdi. Mahkum boğazına takılan yağlı ipte  sallanırdı.

 Eğer sıcak bir mevsimde asılmışsa, ağzına ve güzüne sinekler dolardı. O tarihlerde cenaze arabası ve ambulans yoktu. Belediye çöpçülerinden ikisi mahkumun ipini keser, yorgun ve talihsiz vücut mezarlığa doğru çöp arabasının üzerinde giderdi.

Kaynak kişilerin anlattığına göre Cumhuriyetin ilk yıllarında, az da olsa diğer yıllarda Sivas’ın çeşitli yerlerine  sehpalar kurulurdu. Kanlı katillerin vücudu ibret olsun diye saatlerce sallanıp dururdu. İdamın caydırıcılığı vardı.

27 Mayıs İhtilalinden sonra idamlar kapalı mekanlarda yapılmaya başlandı. Günümüzde suçlular, kan dökenler, artık idam edilmiyor,  yapanın yaptığı yanına kar kalıyor.