Konuşmama, Sayın Necdet Sakaoğlu’ndan yapmış olduğum bir alıntıyla başlamak istiyorum. Sayın Sakaoğlu, Divriği’de Ev Mimarisi(1978) adlı eserinin sunuş bölümünde şöyle diyordu:
“Sanat ve kültür mirasımız şu son 30(1978) yıl boyunca acımadan harcanıyor. Bu tükeniş, dün menkul değerlerimizi hedef almıştı; bugün menkul ve gayri menkul nemiz varsa can çekişiyor. Muhtemelen gün gelecek, azgın çağ yapılarının arasında boğulmuş tek tük tapınaklar, saraylar, türbeler, müzeler, biricik teselli kaynağımız olacak….
1945’lerde Anadolu kasabalarının tipik kadın mahalle tellalları vardı. Gelinlik çağa ulaşmış kızların bulunduğu evlere uğrar, sırt bohçalarını, kuşaklarındaki keseleri çıkarırlar, ortaya sererlerdi. Gümüş ziynet kutuları, kemerler, altın cebeler, kordonlar, küpeler, yüzükler, gerdanlıklar, işlemeli fil dişi taraklar, sedef kakmalı nalinler….sıralar, tepelikler, kutnü, şetari, diba, seraser parçalar, uskufalar, üçpeşler, Gürün şalları….Bunlar ve bütün diğerleri artık bitmiştir…”[1]
Sayın Sakaoğlu’nun endişelerine ben de katılıyorum….. 1978 yılında kaleme alınan bu yazı bugün de geçerliliğini korumaktadır.
Ben sizlere Divriği evlerinin mimari yapısını anlatmayacağım. Sayın Necdet Sakaoğlu, Divriği’de Ev Mimarisi(1978) adlı eserinde Divriği evlerini en güzel bir şekilde tanıttı. O güzelim eserde Deliosman Ağa evinden başlayarak Kalıpsız Evi, Ayan Ağa Konağı, Karsılıoğlu Evi, Hafislioğlu Ebubekir Evi, Serey Konakları, Dizdarzade Eyyüp Efendi Evi, Arıstak Zade Evi, Hacı İsmail Bey Konağı, Abdullah Paşa Konağı, Hacı Ferhat Evi, Yolgeçti Evi, Erçüklüzade Yusuf Ağa Evi; Ede Bey Evi, Doğancıoğlu Evi, Yılankıran Zade Ali Evi, Çalapverdi Zade Evleri, Yılankıran Zade Hasan Efendi Evi, Mühürdar Zade Evleri, Burnazpaşa Zade Evleri, Tevrüzlü Evleri, Sütmolla Evi, Sancaktar Evi….gibi evler ve konaklar hakkında ayrıntılı bilgiler verdi; çizimlerini yaptı,fotoğraflarını çekti…..
Ben sizlere canlı bir varlık olan Divriği evlerini, bu evlerdeki günlük yaşantıyı, komşuluk münasebetlerini anlatmaya çalışacağım…
Çünkü benim hatırladığım Divriği evleri, betonlaşmadan uzak kerpiç yapılı toprak damlı evlerdi. Çoğu tek katlıydı, iki katlı olanlar da vardı…1950’lerden sonra kiremit çatılı evler çoğalmaya başladı; daha sonra kerpiç evlerin yerini beton yığınları aldı…Beton evlerle birlikte, geleneksel yapı da değişti… Fotoğrafçı Şükrü Akın’ın çekmiş olduğu fotoğraflardan 1930’lu yıllardaki Divriği’yi daha iyi tanıyabilirsiniz….
Benim hatırladığım ilk Divriği evi, toprak damlı, toyhaneli, az ışıklı bir mekandı. Büyük annem, annem ve iki kardeşimle birlikte bu evde kalırdık. Babam o tarihlerde Divriği’nin Danişment Bucağında öğretmenlik yapıyordu. İlkbahar gelince oturduğumuz evin toprak damı, yeşil bir örtüyle kaplanırdı. Divriği’nin toprak damlı evleri zamanında loğlanmamışsa, bizim evin akibetine uğrardı. Fakat yeşil damlı evleri daha çok severdik. Yattığımızda boyumuzu örtecek kadar uzayan otların içinde çocukluğumuzu yaşardık.
Henüz o yıllarda Divriği, elektriğe kavuşmadığı için, evimizi gaz lambasıyla aydınlatmaya çalışırdık. Toyhanelerde ısıtma aracı olarak kürsü kullanılırdı. Sobalı evler yok denecek kadar azdı. Resmi binalar da sobayla ısıtılırdı. Kaloriferli binaların mazisi otuz yılı geçmez..
Kürsü bir evin ocak başıydı. Uzun kış gecelerinde, bütün ev halkı kürsünün başında toplanır, yemeğini orada yer, sohbetlerini orada yapardı…
Ben, kürsüyü pek az hatırlıyorum…Bu nedenle babam Halil Sami Özen’den alıntı yapacağım:
“Kışları uzun ve sert geçen yerlerden biri de Divriği’dir. Soğuktan korunmak, yakacaktan tasarruf etmek amacı ile evlerin yapımında kışlık ve yazlık olmak üzere gerek odalarını, gerekse mutfaklarını iyi ayarlamışlardır.
Yaz odaları ve mutfakların duvarları, kışlıklara göre daha ince, içerleri daha havadar, pencereleri daha geniş, tavanları daha zariftir. Hele bazı evlerin oymalı tavanları gözler kamaştırıcı birer sanat eseri olarak görenleri hayran bırakmaktadır.
Divriği’nin eski evlerinin hepsinde kış ve yaz odalarından başka bir de toyhane denilen geniş bir kış odası bulunur. Toyhaneler aşağı yukarı kullanışlı dört küçük oda büyüklüğündedir. Bir toyhanenin alanı 54 metre kare olarak düşünülürse, bunun 9 metrekaresi kürsü başı, 18 metrekaresi giriş, , 27 metrekaresi de toyhanenin diğer yarısıdır. Aslında girişiyle, kürsübaşısıyla, boşluğuyla, hepsi birden toyhaneyi meydana getirir.
Kürsüler toyhanelerde kurulmuştur. Geniş ve kullanışlı olmasından ötürü düğünlerde, konukluklarda, doğumlarda evin salonu sayılır.”[2]
Bilindiği gibi Türkçe’mizde toy, düğün anlamına gelen bir kelimedir. Toyhane, düğün dernek yapılan yer anlamında kullanılan birleşik bir kelimedir. Necdet Sakaoğlu da “toyhane” konusunda şu ifadeleri kullanmaktadır: “Toyhane yazın serin olur. Düğünler, tevhit yemeği, konukluk(akrabalara ziyafet) vb. gelenekleşmiş toplantılar, ağırlamalar burada yapılır. Divriğililer bu tür cemiyet olaylarına “toy düğün” derler. Oğuz ve Selçuk geleneğinde büyük ziyafetlere “toy” denildiği dikkate alınırsa, “toy” ve “toyhane” arasında bu yönden de bir münasebet kurulabilir. Ancak toyhanelerin gördüğü asıl iş, kışlık salon oluşudur.”[3]
“Toyhanenin giriş bölümü sal denilen ince, düz ve parlakkilli taşlarla kaplıdır. Toyhanenin girişinde suluk denilen alçakça geniş bir raf bulunur. Üzerine su bakracı, hamam leğeni, soba kazanı; altına da leğen, ibrik, sabun konulur.
Her aile toyhanesini zevk ve imkanlarına göre hasır, çul, cecim, kilim, halı ile donatır. Kış mutfakları da çoğu yerde toyhanenin bitişiğindedir. Aynı zamanda mutfaklar kileri de içine alır.
Toyhanelerde yatak, yorgan, halı, kilim gibi eşyaları koymak için büyük gömme dolaplar bulunur. Salıncak, beşik, sandık gibi eşyalar da toyhanenin uygun yerlerine yerleştirilir.
Kürsü, zamanımızdan 50-60 yıl öncesine kadar Divriği’de kullanılan bir ısıtma aracı idi. Divriği’nin eski yapılarının hepsinde toyhane denilen büyük kış odalarının uygun yerlerinde kürsü başları mevcuttu. Toyhane ne kadar küçük olursa olsun, kürsü alanı 9 metrekareden aşağı düşmezdi.
Kürsüyü meydana getiren eşyalar: masa, kürsü yorganları, ateşlik, oturulacak yerin yaygıları ve çevresine yaslanmak için dizilen yastıklardır.
Kenarları 110’ar cm, yüksekliği 60-70 cm olan bir masa hazırlanır, 9 metrekarelik yere bu masayı yerleştirmek için dört tarafından 90’ar cm boşluk bırakılarak, geri kalan kısım 35 cm kadar derinliğe eştirilir. Bu eşilen yerin tam ortasından ikinci bir çukur kazılarak mangal gibi ateş konulacak topraktan yapılmış bir çanak yerleştirilir. Çevresi yine sallarla döşenir. Masa yerleştirilir. Bunun adına kürsü denir.
Soğuklar başlar başlamaz evlerde genel temizlik yapılır. Toyhane serilir. Kürsünün etrafına yuvarlama denilen, ona göre hazırlanmış yün veya pamuk minderler, onun üzerine örtüler, etrafına halı veya yün yastıklar yerleştirilir. Kürsünün üzerine göre hazırlanmış birisi büyük iki yorgan serilir. Yorganların üzerlerine de çiçekli basmalardan örtüler örtülür. Büyük yorgan kürsü etrafına dizilen yastıkların önüne kadar uzanır. Ağırlığı 45-50 kilogramdan aşağı düşmez. Çevresi on kişi alır. Birkaç kürek ateşle sıcaklğını uzun süre muhafaza ederse de, ancak oturanların belden aşağıları ısınır…”[4]
Halil Sami Özen, aynı makalede toyhaneyle ilgili bir hikayeye de yer verir:
“ Vaktiyle, Malatya’dan Divriği’ye gelen bir tüccar, Divriği’nin ünlü inşaat ustalarından Ömer Usta ile anlaşır. Birlikte Malatya’ya giderler. Adam arsayı gezdirir, krokisini çizer. Pazarlığa girişecekleri zaman Ömer Usta:
-Ben bu evi yapamam…., der.
Sebebini sorduklarında:
-Hani bunun toyhanesi?…Toyhanesiz ev olur mu? Olsa bile ben onu yapamam…. karşılığını verir.
Fazla beklemeden Divriği’ye döner.” [5]
Divriği’de kışlar uzun sürerdi. Vakit geçirmek için o mahallenin zenginlerinden bir veya ikisi selamlıktaki odalardan birisini misafir odası olarak döşerlerdi. Yaz aylarında fazla kimse bulunmazdı ama; kış aylarında akşam yemeğinden sonra erkekler bu dayalı döşeli odalara giderlerdi. Gelen yaşlı misafirlere sade kahve ikram edilirdi. Herkes gördüğünü işittiğini anlatır, olaylardan bilgi edinirlerdi.
Benim çocukluk yıllarımda(1946) bu gelenek sürüyordu. Fakat çocuk olduğum için oda sohbetlerine katılmam mümkün değildi. Babam Halil Sami Özen, “Kış Gecesi Eğlenceleri” adlı makalesinde şunları anlatır:
“Odalarda çeşitli dini eserler okunur, tartışmalar yapılır, çok kere zamanın müftü ve kadısından da bu yolda alınan bilgiler odada bulunanlara anlatılırdı. Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı….gibi kitapların okunmasına da yer verilirdi.
Ramazan kış aylarına rastlarsa yatsı ve teravih namazları ya camide veya oturdukları odalarda kılınırdı.
Oda işletenlerden bazıları namazların kendi evlerinde kılınması için özel imamlar tutarlardı. Bu imamların zaruri ihtiyaçları oda sahipleri tarafından sağlanırdı.
Kadınlar da her gün bir evde toplanır, kendi aralarında sohbet ederlerdi. Daha çok yüzük oynanırdı. Yaşlı hanımlara da kahve ikram edilirdi. Burada da hikayeler, masallar, bilmeceler, efsaneler söylenir, yüzük oyunu oynanırdı.
Misafirlere bulgur, kavurga, çemiç(dut kurusu), çir(erik veya kayısı kurusu), leblebi, havuç, yer elması, kuru üzüm ve bulunan yaş meyvelerden bir kaçı kürsü başında yenilirdi.
Yaşlı kadınlara havan veya kahve değirmeninde inceltilmiş leblebi, kavurğa gibi yiyecekler hazırlanırdı.
Oda işletenler hiç kimseden bir şey talep etmezler, ocakçılara, odada iş görenlere, imama maddi yardımda bulunurlardı.
Yılın dört mevsiminde odalar açık tutulursa da, daha çok kış aylarında dolup boşalırdı. Şimdi ne oda işletenler kaldı, ne de o odalar…”[6]
Ağır geçen bir kışın ardından Divriği, yeşillere bürünürdü….Benim çocukluk yıllarımda yeşil bir Divriği vardı
Halil Sami Özen, “Divriği’de Gazel Süpürülmesi” adlı yazısında o yılları şöyle anlatır:
“Divriği bundan 25-30 yıl öncelerine kadar(1978) yemyeşildi.Hele uzaktan bakıldığında görüntüsüne doyum olmazdı. Elma, armut, ayva, erik, kayısı, kızılcık, dut gibi meyvelerin çeşitleri boldu. Altları çimenlerle, çiçeklerle bezenirdi.
Sebze bahçelerinde kavun, karpuz, salatalık, fasülye, bamya, biber, soğan, havuç, mısır, turp…gibi sebzelerin en iyileri yetiştirilirdi. Uluark’ın suyu kış mevsimi dışında devamlı akardı. Her evin bahçesinde birer sebzelik bulunurdu. Buralarda günlük ihtiyaçları karşılayacak soğan, maydanoz ve reyhanın ekilmesi pek ihmal edilmezdi. Gerek Ulu ark’ın gerekse ilçeyi güneyden kuzeye ikiye ayırıp Çaltı çayına dökülen dere kenarlarında selvi, kavak, acı kavak ve söğüt ağaçları görülmeye değerdi.
Mart ayı ılık ve yağışsız geçerse, sıra güzün dökülen yaprakların süpürülmesine, sebze ekilecek yerlerin işlenmesine gelirdi. Uzun kış aylarında bir tarafa çıkamayanlar, özellikle çocuklar ve gençler mart ayını sabırsızlıkla beklerdi. Komşular kendi aralarında “gazel süpürme” gününü kararlaştırırdı. Süpürme sırası kime geldiyse bir gün önceden kapı kapı dolaşır, komşu ve yakınlarına “yarın yağmur yağmazsa……………….yi bize göndersin” diye haber verir. O gün bahçe düğün yerine döner; elbette ki gelenlerin çoğunluğunu genç kızlar teşkil ederdi. Çalgı adı verilen incecik dallardan(yılgın, kurmut, çay söğüdü) yapılmış süpürgelerle bütün bahçe neşe içinde süpürülür, gazeller uygun yerlere biriktirilir, her iş bitince toptan yakılırdı. Dumanlar göğe doğru yükselirken, ortalığı saran kokular genizleri gıdıklardı. Karların, daha sonra yaprakların altında kalmış olan çimenler ve çiçekler doğal bir halı gibi gözler önüne serilirdi.
Kızlar gazel süpürmekle meşgulken, ev sahibi de boş durmaz, onlara “herfene” denilen bir çeşit bulgur pilavı hazırlardı. Bu yemeğin tek özelliği her zaman yapılmaması, sadece gazel süpürme sırasında pişirilmesidir.
Güle konuşula yenildikten sonra kızlar temizledikleri yerde oyuna başlarlardı. Akşama doğru tekrar yemek faslı başlar, Divriği’ye özgü “iç” yenilirdi. Bu yemek hem kışın, hem yazın sık sık yapılır. Gaziantep’te çiğ köfte nasılsa, Divriği’de de iç öyledir.
Malzemesi: Sarmalık bulgur, yeşil veya kuru soğan, maydanoz, çok ince çekilmiş et veya kıyma, bahar, biber, nane, reyhan, domates yahut salça, tuz.
İçi sarmak için asma yaprağı,lahana, evelik….kullanılırdı.”[7]
Babamın makalesinden alıntı yaparken Rahmetli Nuri Üstünses’ten derlenen bir türküyü hatırladım. Bu türküde gazel kelimesi en duygulu bir şekilde dile getirilmiştir.
Gine gam yükünün kervanı geldi
Çekemem bu derdi bölek seninle
Eremem lokmana çarsiz kaldım
Çekemem bu derdi bölek seninle
……………………………..
Bağımıza gazel düştü, güz oldu,
Geçti bu vaktiler ne de tez oldu
Derdim bin bir iken bin beş yüz oldu
Çekemem bu derdi, bölek seninle[8]
Bildiğiniz gibi sararan yaprakların yere düşmesi, kuruması sonucu meydana gelen yaprak yığınına gazel denir.
Halil Sami Özen’in makalesi şu cümlelerle bitmektedir:
“Bugün yaprak süpürme şenlikleri tarihe karıştı. Çünkü akarsular azaldı. Ulu ark kaynağından bolca çıksa dahi; ancak geçtiği köylerin ihtiyacını karşılayabiliyor. Divriği’ye kadar ulaşamıyor ki….Bu yüzden son üç-dört yıl içinde meyve ağaçlarının çoğu kurudu. Kalanlar da meyve vermiyor. Yaşları yetmişin üzerinde olanlar Divriği’nin eski halini anlatıyor, içleri burkularak “vaktiyle şehrin etrafı ardıç ormanlarıyla kaplıydı” diyorlar. Gün gelecek torunlarımız da bahçeler için aynı şeyi söyleyecek, “ninelerimiz buralarda meyve ağaçlarının gazellerini süpürmüştü” diyecekler. Acı; fakat gerçek….” [9]
Divriği’de toprak damlı evler, canlı birer organizmaydı. Sevinçleriyle, acılarıyla, neşeleriyle, kederleriyle canlı bir varlık… Sabahleyin erkenden herkes kapılarının önünü sulayıp süpürürdü. Sabahleyin iş yerine gidenler, taze bir toprak kokusuyla ciğerlerini doldururlardı. Yollar, sokaklar, ara sokaklar, çıkmazlar….her yer pırıl pırıldı. Kimse evinin önüne çöp dökmezdi. Hargeleye/hergeleye giden sığırların yollara dökmüş olduğu dışkılar hemen toplanıp çöpe atılırdı. “Adam sen de, işin mi yok….Belediye’nin işini biz mi yapacağız? “ denmezdi.
Komşuluk ilk planda gelirdi. Birbirlerine komşu olan aileler, komşu duvarından bir yer açıp “komşu kapısı” yaparlardı. Birbirlerine rahatlıkla gidip gelsinler diye. Şimdi bütün kapılar kapalı… Ağaç kapıların yerine demir kapılar aldı; çelik kasalar aldı. Aynı apartmanı paylaşanlar birbirlerine yabancılaştı…. Birbirlerini asansörde, merdivenlerde, kapı girişlerinde görüyorlar; yıllarca aynı apartmanı paylaştıkları halde tanımıyorlar, birbirlerine ısınmıyorlar…
Rahmetli annemin, sabahleyin işini bitirir bitirmez, komşu duvarından komşumuz Hanım Teyze’ye seslenişini hala hatırlarım. Eğer cevap vermezse, “Hanım Teyze’ye n’oldu? Acaba hasta mı? Acaba bir işi mi çıktı? Beni duymadı mı?” Sorularının cevabını arardı.
Evimizin bize yetecek kadar küçük bir bahçesi vardı. Bahçe işlerinden iyi anlayan büyük annem ve babam, dut, kayısı, erik, aluça, elma, kızılcık …yetiştirmişti. Meyveler olgunlaşınca komşulara tabaklarla, küçük bakraçlarla, taslarla komşu hakkı gönderilirdi. Onlardan da bize bahçemizde yetişmeyen meyveler gönderilirdi. Vişne, ayva, ceviz….gibi.
Ağaçlar meyvelerini taşıyamazdı…. Damlarda çir yara yara yorgun düşerdik. Eğer dutlar sallanırda, kazanlara konulursa, komşu kadınlardan veya kızlardan yardım istenirdi. Pestil yapmak başlı başına bir hünerdi….Divriği’de pestile bastık denildiği için, “bastık bezleri”ne un katılmış şıralar, tahta bir kaşıkla serilir. Güneşte kuruduktan sonra, sabahın erken saatlerinde, pestil, bezden ayrılırdı.
Divriği’de erişte yapımı ayrı bir eğlenceydi. Komşu kadınlara ve kızlara bir gün önceden haber verilir. Ertesi gün hamur açılır, erişteler kesilir ve bunlar iplere asılırdı. Damlarda kurutulan ve boyu iki metreye yaklaşan hamur şeritleri ayrı bir güzellik verirdi.
Bütün bu maddi ve manevi değerler, yani taşınır ve taşınmaz kültür varlıkları, geleneklerimiz-göreneklerimiz, folklorik unsurlar her geçen gün biraz daha yitiyor. Bunlara sahiplenenlerin sayası daha da azalıyor. Bir Müjgan Üçerin duyarlılığını başka hanımlarda göremiyorum. Necdet Sakaoğlu’nun veya Burhan Bilget’in gayretleriyle, Faruk Aburşu’nun belgesel çalışmalarıyla kültür varlıklarımıza zor sahip çıkarız.
Yalnız ben yine de ümitliyim. Konuşmamı hazırladığım sırada genç bir Divrikli hanımın çalışmalarını getirdiler. Kendisini gıyaben tanıdığım bu genç kızımızın, Fatma Pekşen’in çalışmalarını büyük bir zevkle okudum. Divriği’deki kadın folklorunu da Sayın Fatma Pekşen’in yürüteceğine inanıyorum. Kendisini kutluyorum.
Dünyada en kolay şey, toplantılara dinleyici olarak katılmaktır. Şu anda bizleri dinlemekte olan sevgili kardeşlerimden bir gün konuşmacı olarak bizlere katılmalarını isterim. O zaman, tarihi eserlerimiz de, diğer kültür varlıklarımız da unutulmaktan, yok olup gitmekten kurtulacaktır. Bir milletin maddi ve manevi kültür varlıkları resmi yazışmalarla kurtarılamaz… Bu alanda çalışanlara maddi ve manevi destek sağlanarak kurtarılır. Resmi makamların temsilcileri iyi bir dinleyici olmaktan vaz geçip, iyi bir destekleyici olarak bizlerle el ele verdikleri gün bu yakınmalarımız ortadan kalkar.
[1] Necdet Sakaoğlu, Divriği’de Ev Mimarisi, İstanbul 1978, s.5-6
[2] Halil Sami Özen, Divriği’de Isınma Araçlarından Kürsü, Sivas Folkloru, Şubat 1975, Sayı: 25, s. 3-4
[3] Necdet Sakaoğlu, Divriği’de Ev Mimarisi, İstanbul 1978, s.33
[4] Halil Sami Özen, Divriği’de Isınma Araçlarından…..s. 3-4
[5] Özen, a.g.m., s.4
[6] Halil Sami Özen, Divriği’de Evler, Odalar ve Kış Gecesi Eğlenceleri, Sivas Folkloru, Ocak 1977, Sayı:48, s.13-14
[7] Halil Sami Özen, Divriği’de Gazel Süpürülmesi, Sivas Folkloru, Mayıs 1978, Sayı: 64, s. 19
[8] Cengiz Özkan, Divriği Halk Müziği’nin İncelenmesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ocak 1996, s.175
[9] Özen, Divriği’de Gazel Süpürülmesi, s.19